13 Kasım 2014 Perşembe

Qualcosa di grande

Sene 2000, ben 14 yaşındayım; babamın karşısına dikildim:"Baba bana 75 milyon lazım". O zaman için büyük para, herhalde şu anın 750 lirası filan gibidir. Babam tabii şaşırdı, ne yapacaktım ben o kadar büyük parayla? Yapacağım şey sonuç olarak İtalyanca kursu çıktı. Cumartesileri sabah erkenden kalkıp üşenmeden kursa gidiyordum. İnsan sevdiği bir şeyle uğraşınca yorgunluk filan dinlemiyor. Fransızca'nın yardımıyla İtalyanca'yı çok kolaylıkla öğrendim; hatta dönemde en başarılı öğrenciye verilen bursla Floransa'ya dil okuluna gitme hakkını kazandım. Bursun zor tarafı tek başıma gidecek olmamdı. Annemin tereddüt ettiğini ve yalnız başıma göndermek istemediğini hatırlıyorum. O dönem Alsancak'taki İtalyan Kültür Merkezi'nin müdiresi Lea Hanım anneme beni mutlaka göndermesini, Floransa'nın küçük bir kent olduğunu; bu bursu kazanmanın mühim bir şey olduğunu saatlerce anlatınca annem yüreği çokça pırpır ederek beni göndermeye razı oldu. Ben kursa giderken sınıf arkadaşlarımın çoğu opera sanatçısıydı, herhalde Türkiye'de operayla uğraşanları benim kadar tanıyan az olmuştur. Kilo almaya çalışıyorlar gerçekten. Neyse; ben bursu aldım ve Floransa yolunu tuttum. 15 yaşında elimde valizim; çantamda annemin her hafta harcamam için tek tek zarfta ayırdığı paralarım ( o zaman liret vardı tabii), gizli kesemde yedek param ve pasaportumla büyük heyecan ve telaş içinde Floransa'ya indim.

Okuldan birileri beni karşıladı; 1 ay boyunca yanında kalacağım yaşlı kadının evine teslim ettiler. Oda arkadaşım kemancı bir Hırvat kızdı, o olmasa ben o seyahati tek parça çıkaramazdım. Kız bana Croat dedikçe ben hangi memleketten olduğunu aslında anlamadan kafa sallıyordum. Sonra başucundaki Hrvatska yazan (böyle mi yazılıyordu bilmiyorum) sözlüğü görünce anlamıştım Croat'ın Hırvat olduğunu (kravat kelimesinin bu Croat'tan geldiğini söyleyeyim yeri gelmişken). Ertesi gün oda arkadaşım bana harita okumayı öğretti, sabah benimle birlikte o da okula geldi. Neşe içinde gezindim bütün gün, orda ayrıca dil kursunda olan arkadaşımla buluştum sonra eve dönüş vakti geldi. Geldi gelmesine ama ben her zamanki rotasyon kabiliyetimle evin yerini unutmuşum; bunu sonradan farkettim. Floransa'da girmedik sokak bırakmadım; bu pis İtalyanlar bir de adres sorunca bilmeseler de yarım saat konuşup sonra bilmiyorum diyorlar. Ağlamaklı en son bir cafeye girdim oturdum, evi aramaya başlamamın üstünden saatler geçmiş ben perişan bir köşede ağlamamak için uğraş veriyorum ama yaşlar süzülmeye başlamış. Böyle durumlarda büyük ananem Hızır'dan yardım ister. Ben de Hızır'dan yardım istedim; yardımıma elbette yetişti. Meğer salaklığımı kendim de bildiğim için adresi bir pusulaya yazıp cebime koymuşum. Largo Bellini Piazza Santa Croce, hala hatırlıyorum. En son hava karardıktan sonra evi zar zor buldum; telefona yapışıp ciğerlerim sökülürcesine ağlayarak annemleri aradım. "Ben kayboldum anne bugün gelin beni alın". Annem hep o gün kalp krizi geçirmediğine çok şaşırdığını söyler. Beni gelip almadılar tabii. Aslında benim yaşımda böyle kursa gidip geri giden çok oluyormuş. Evinde kaldığım yaşlı cadı da halime acıdı, bana güzel İtalyan kurabiyelerinden verdi. Sonrası güzel; Floransa müze cenneti. Her gün 2 müze geziyordum yine de bitiremedim Floransa'daki müzeleri. Şimdiki aklımla tekrar gitmek istiyorum. 

Sonra 22 yaşımda tek başıma Roma'ya gittim. Çok uzun süreden sonra tek başıma ilk kez yurtdışına çıkışım. Termini'ye yakın bir otelde kalıyorum, tek başıma olduğum için akşam gezmeye korkuyorum; otelin yanında bir kilisede gidip opera dinliyorum. Yer yön duygum yine yok, harita okuyabildiğim kadar aklımda ezberliyorum otelden çıkmadan. 5 sokak düz sonra sola sonra sağa. Elbette yollar hep yanlış yere çıkıyor ama sonuçta Roma'dayım yollar başka nereye çıkabilir ki? Hayatımda özgürlük hissini kana kana içtiğim dönem Roma'da geçirdiğim o 3 gündür. Yurtdışında yaşamaya da o seyahatte karar verdim sanıyorum. İtalya'yı, İtalyanca'yı çok seviyorum. Roma'da en çok gezdiğim yerler kitapçılar. Bir kitabın kapağına en sevdiğim fotoğraf olan "A kiss by Hotel de Ville"i basmışlar. Sevgiyle kitabı elime alıyorum; bir bakıyorum ki kitap Nazım Hikmet'in İtalyanca şiirleriymiş. Bunu yazdım çünkü o an o kadar mutlu olmuştum ki; sanki çok eski bir tanıdık ben yalnız gezerken gelip arkadan gözlerimi kapatmış gibi. Yine kaybolarak ve yanlışlıkla bir yerlere geliyorum. Meğer orası Villa Borghese imiş. Caravaggio'yu ilk kez orda görüyorum. Deliriyorum o tablolara, kaybettiğim yollar bazen iyi yerlere de çıkıyormuş. 

Yürüyerek Vatikan'a gidiyorum. Ben zaten bütün Roma'yı yürüyerek geziyorum. Tüylerim diken diken, katolik bir arkadaşımı arama ihtiyacı hissediyorum ordan. Farkediyorum ki o an benim bütün Hristiyan arkadaşlarım ortodoks. Bir sonraki gidişimde Andi olacak yanımda, bunu henüz bilmiyorum. Aşk çeşmesine attığım paranın her kuruşuna helal olsun demem gerek galiba burda. Vatikan'dan dönüşte artık ayaklarıma kara sular indiğini farkedip otobüse biniyorum. Elbette tecrübeli bir Stanbouliote olmanın etkisiyle ceplerim boş, çantama sıkı sıkı sarılmış vaziyette. Otobüse 10 kişilik sarışın bir erkek grubu biniyor. Birbirlerine işaret ediyorlar; anlıyorum ki Rumen veya Bulgar bir hırsız çetesi. Adam sinsice yanıma yaklaşıyor elini cebime atacakken benden eline tokadı yiyor. "Ben İstanbul'dan geliyorum benim çantamı çalamazsın" diye bağırıyorum adama. Adam şaşkınlık içinde "Scusi Signorina scusi scusi" diye benden özür diliyor. Korkarak otele gidiyorum. 

İtalya seyahatlerim özellikle Roma bence benim hayatımı değiştirdi. O 3 günlük Roma seyahatinden sonra İspanya'ya geçtim; bir ay orda kaldım ve çok eğlendim ama Roma'nın yerini tutmadı. Aslında bugün İtalyan edebiyatından bahsedeyim diye yazıya başlamıştım konu nerelere geldi. Bu da böyle bir anımdır diyerek bitireyim yazımı. Bir de 2000 yazında İtalya'da öğrendiğim ve çok sevdiğim bir şarkı paylaşayım. Ci vediamo!


1 yorum: