1 Aralık 2014 Pazartesi

Η Πόλις

."Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. Sanki, "Bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamazç Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım." Ve bu nasihati dinleyen hayat, her üzüntünün üstünde cıvıl cıvıl ötüyordu."

Geçen yıl kan tahlili yaptırdım. Alt sınırı 30 olan D vitamini bende 7'ye düşmüş. Tevekkeli cansız ve sürekli yorgunum, ancak yazın bol bol güneşlenince kendime gelebileceğim. Avusturya'nın ağır ve uzun süren kışları beni en çok yoran kısımlarından oldu 4 yıllık gurbet hayatımın. İstanbul'a dönüş hazırlığı yaptığım bu günlerde ılıman mevsime döneceğim için pek sevinçliyim. Avusturya'ya yine haksızlık etmeyeyim. Baharı ve yazı pek güzeldir, şehir yemyeşil hava genelde güneşlidir. Kaldığım ağustos ayı boyunca çizme ve trençkotla gezmek zorunda kaldığım ve güneş yüzü görmediğim Hamburg'ta 1 ay içinde neredeyse sıkıntıdan buhran geçiriyordum. 

Zavallı Mümtaz'ı bile neşelendiren güneş bakıyorum ki benim buradaki tanıdıklarımın çoğunu neşelendirmeye artık pek yetmez olmuş. Dönüş kararımı söylediğim çoğu insan delirdiğimi düşündü. Avrupa'daki rahat hayatı bırakıp dönmemin hata olduğunu tekrar edip duran çok. Gündelik hayat pek rahat evet ama ya özlem? Herkes başka bir yer arıyor. Baskılardan bunalmışlar bunalmasına da bence pek kimse ne aradığını bilmiyor. Yurtdışında ya dil kursuna ya mastera öğrenci olarak gidip kaldıkları tasasız zamanları özlüyorlar çoğu. Gitmek isteyenler için zaten Avrupa bir bütün, Nereye gidecekleri farketmiyor. Ne bulacaklarını da tam bilmiyorlar sanırım. Ne de olsa bizim memleketimiz anlamadan sevenlerle bilmeden nefret edenlerin ülkesi. 

 Avusturya 4 yıl içinde evim oldu, Viyana'yı çok sevdim.  Ona rağmen İstanbul'u hep çok özledim. "Gurbet geçiciliğin hafifliğinden kaçamamak için sürekliliği inkar demek her şeyden çok.Her gün geri dönebilirim hissi.", yazmışım geçen yıl günlüğüme. Bugün uçakta gelirken Orhan Pamuk'un Kar romanını okuyordum, Ka da aslında hiç sevmediği Kars'ta bile mutlu. 

Herkes Türkiye'den gitmekle bütün sorunlarının çözüleceğine inandırmış kendini. Herkes deliler gibi Ortadoğulu'lardan nasıl nefret edildiğine dair yazılar paylaşıyor. Oysa Azeri arkadaşımla biz ne güzel birbirimize destek olduk birlikte çalıştığımız 3 yıl boyunca. Almanca'yı çok iyi bilmeden başladığım işyerinde başta çok sıkıntılı anlar geçirdim. "Necesen, işlerin nece gedir?" diye duyduğum ses, Türkçe bir anda ilaç oldu bütün yaralarımı sardı da gözyaşlarımı zor tuttum. Eskici hikayesindeki küçük Hasan gurbet yıllarımda dostum, sırdaşım oldu, o ağladı, ben ağladım. Almanca'yı öğrendim öğrenmesine hem de sanırım iyi öğrendim, ama Almanca sanki çok sert bir sandalye gibi. Türkiye'de Türkçe duyunca kuştüyü döşekler etrafımı kaplıyor, pofidik yastıkların içine düşüyorum. "Türkçe ağzımda annemin aksütü gibidir" demiş Yahya Kemal. Bense çabuk eriyen fondanlara benzetiyorum. Öyle bir rahatlık, yani tek bir sıfatla nitelemek zorunda olsam "yumuşak" derdim anadilim için, dokunma hissimi okşayacak kadar somutçasına yumuşak. Benim gibi yabancı dil meraklısı insan bile bunca Türkçe'yi özlüyorsa, bilemiyorum dil öğrenmeyi sevmeyenlerin halini. Alper Hasanoğlu da bir yazısında "Almanca ölmek istemiyordum" demişti İsviçre'den Türkiye'ye dönüş sebebini anlatırken. Ben de Almanca yaşamak istemediğimden dönüyorum. Anadil yasaklanmasının ne manaya gelebileceğini de anlamış bulundum, iyice üzüldüm.  

Yani ben yine bunca yazıyı yazdım, sanki yeni bir dert imişçesine. Kavafis yüzyıllar önce demiş işte " Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.  Bu şehir arkandan gelecektir." 

Gelen Sultan İstanbul olsun, hoşgeldin sefalar getirdin. Ben de seni gördüğüme pek memnun oldum. 


1 yorum:

  1. Beraberimizde her yere taşıdığımız dünyayı değiştirmeden nereye gitsek fayda yok. Geçen hafta ilki düzenlenen Berlin Edebiyat Günleri’ne katıldım. Türkiye’den göçmüş ve Almanca yazmaya başlayan yazarlar beni çok şaşırttı. Kendi ana dillerinin o bahsettiğin kuş tüyü yastıklarını bırakabilmeleri bana çok anlaşılmaz geldi. Almanya’da ölsem de Türkçe öleceğim ben :)

    YanıtlaSil