19 Ağustos 2014 Salı


Döngü. Kısır mı kısır bir döngü. Gidenler, arkasına bakmayanlar, gittiği yerde beni unutanlar. Benim unuttuklarım. Sıkıldıklarım, çok sevdiklerim, bir an görmesem hayatımın ışığı sönecek sandıklarım. Tanıştığım andan itibaren hep hayatımda olduklarını varsaydıklarım. Hep tanımama rağmen her gün yeni bir taraflarını keşfettiklerim. Son  ana dek yanımda olmasını istediklerim. Özlediklerim, bir daha hiç görmek istemediklerim.

Lale, günlüğüne bu satırları yazarken kimden bahsettiğini kimi kastettiğini hiç ama hiç bilmiyordu. Evsiz, yersiz yurtsuz hissedişini unutmak için çabalarken köklerini insanlara dayandırmayı denemiş bunu da becerememişti. Büyük bir sıkıntıyla yıllardır yazmakta olduğu fakat bir türlü sayfalarını dolduramadığı defteri hışımla yere fırlattı. Nerede olduğunu unutmuşa benziyordu. Bilse de önemsemeyecekti nasıl olsa. Senelerdir oradan oraya savrulmuş sonunda nereden geldiğini nereye gittiğini iyice karıştırmıştı.

Çok özlem çekmesi sebebiyle özlemek fiilini sorgulamış durmuş sonunda bu hissin anlamını yitirmişti. O nedenle uzaktayken özlemek nedir bilmez ancak kavuştuğu anda gözyaşlarına boğulunca anlardı ne denli hasretle dolu olduğunu.

Yine köksüzlüğünü anımsatacak bir geziye çıkmak üzereydi. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinin herhangi bir şehrinden yine herhangi bir ülkesinin herhangi bir şehrine doğru çıkacağı yolculuğu düşündükçe sıkıntısı katlandı. Valizini yapmamıştı. O kadar çok bavul hazırlamıştı ki o güne kadar artık son anda yapıyordu tüm hazırlıklarını. Kazanılmış alışkanlıklar sağolsun her seferinde eksiksiz bir çanta ortaya çıkıyordu. Bu sefer otobüsle gitmeye karar vermişti. İzmir’den İstanbul’a gider gibi. Oysa bu sefer çıktığı basit bir üniversite-ev yolculuğu olmayacaktı.

Fransa sınırından geçerken yıllardır öğrendiği ve çok sevdiği bu dilin neden insanlarını sevmesine yardımcı olmadığını bir kere daha anladı. Fransızca konuştuğu polis sanki suç işlemişçesine “Impeccable” demişti bu dili konuştuğunu öğrenince. İç çamaşırlarına kadar didiklediği çantaya son bir bakış atarken “Rien d’illicite mademoiselle?” diye sormayı ihmal etmedi Lale’nin hiç ama hiç ısınamadığı üniformalardan birini sırtına geçirmiş adam. Otobüste zencilerin, çekik gözlü Uzakdoğuluların dolu olması mıydı o otobüsü didik didik arattıran? Mükemmel Fransızcası iç sesi olmuş canını sıkıyor, polisle hayali konuşmalar yapıyordu. “Siz de Mallarmé’yi benim kadar sever misiniz bayım?”. Fransa’da doğmuş olmak istemiyordu. Aslında hiçbir yerde doğmuş olmak istemiyordu. Gidip gidebileceği tek yerin “anywhere out of the world” olduğunu düşünüp duruyor, bu karamsarlığını nasıl geçirebileceği konusunda ise aklına hiçbir çözüm gelmiyordu.

“Hola guapa!”

Otobüsten iner inmez etrafını sıcak bir hava kaplamış, esmer bir delikanlı geçerken öylesine laf atmıştı Lale’ye. Yine de Akdenizlileri sevdiğini düşündü. Arkadaşlarından birinin evinin anahtarı vardı elinde.  Üniversiteden tanıdığı biriydi, fakat Türkiye’ye dönmeden önce evinin anahtarını Lale’ye vermek gibi nazik bir davranışta bulunmuş, tatili için onun evini kullanabileceğini belirtmişti. Çantasını eve attıktan sonra koşar adımlarla denize doğru ilerledi. Coğrafi şekillerin hayatında bu denli yer kapladığını o da fark etmemişti aslında o güne kadar. Aylardır dümdüz sokaklarda kanalların yosun yeşilinden başka renk görmemesi de ruh halini o çıkmazlara sokan etkenlerden biriydi. Etrafında gördüğü dağlar ve en önemlisi çocukluktan çıkıp gelen mutlu bir anı misali burnuna çarpan iyot kokusu keyfini iyice yerine getirmişti.

Saatlerce deniz kıyısında oturduktan sonra şehirde yürümeye başladı. Büyük ressamı ilk kez evinde görecekti. Çok sevdiği “Las meninas” tablosunu Picasso’nun gözünden görmenin ne anlama geldiğini bulmaya çalıştı, yapamadı. Müzeden çıkarken üzerinde hayallerde yaşamanın esrikliğini taşıyordu. Önüne bakarak ilerlerken kulağına çalınan tuhaf bir ezgi Lale’yi durdurdu. O güne kadar hiç görmediği bir enstrüman çalıyordu batik desenli bir gömlek ve keten bol pantolon giymiş bir adam. Gözlükleriyle muhtemelen kör gözlerini saklamaya çalışan saksafoncuya eşlik ediyor, Lale’nin o güne kadar duymadığı bir müzik yapıyordu. Siyah küçük bir uzay gemisine benzeyen tuhaf altıgen alete yara bandıyla sarılmış parmaklarını yavaşça değdirdikçe Lale daha da büyüleniyordu. Yana baktığında küçücük bir çocuğun da faltaşı gibi açılmış gözlerle müzisyenleri izlediğini görmek anın sihrini iyice artırdı. Lale ve en fazla 5 yaşında olan bir ufaklık kendilerini  müziğe, daracık sokaktan yükselen eşsiz melodiye kaptırmışlardı. Gözlerini kapadı. Rodin’in heykellerinin üzerindeki imzasını hatırladı. Baktığı anda canlanacak gibi heykeli bitirip mermere A. Rodin imzasını yuvarlak harflerle kazıyan heykeltıraşı canlandırdı gözünde. O yaşadığı tatmin hissini, bir şeyler yaratmış olmanın hazzını hissetmeye çalıştı. Oturup kalmıştı sokağın kenarında. Kalkamıyor, müzisyenler çaldıkça Lale de düşüncelere gömülüyordu. Fakat bir mucize olmuş, aylardır gömüldüğü karanlıktan, hissizlikten ilk defa çıktığını hissetmeye başlamıştı.

Ne olduğunu bilmediği aleti toplayıp giden müzisyenin arkasından bakakaldı. Sonunda ayağa kalkmayı başarmıştı. 36 buçuk numaralı spor ayakkabıların birmetreyetmişsantimetre koskocaman bir kadını nasıl olup da taşıyabildiğini düşünerek denize doğru yola koyuldu. Barcelona limanının İzmir’ e ne denli benzediğini görüp yeniden şaşırdı. Elbette Amerika’yı gösteren heybetli bir Kolomb heykeli yoktu İzmir’de fakat Akdeniz’i gösteren ata binmiş bir Atatürk vardı. Sahi ne çok olmuştu İzmir’e gitmeyeli.

Yine oturdu kaldı limanda, yatlara bakıyor belki de denizde yaşaması gerektiğini düşünüyordu ki tekrar o müzik sesini duydu. Fareli köyün kavalcısının peşine takılan çocuklar misali ezginin peşine takıldı. Ufacık bir sokakta bu sefer birçok insanın kendisiyle benzer duygularla bu iki adamı izlediklerini gördü. Biraz kıskandı önce, o hisleri 5 yaşında bir çocukla paylaşmak ağırına gitmemişti de birçok yetişkinin de kendisiyle benzer hislere kapıldığını görünce sanki müzisyenleri kaybetmiş gibi hissetti kendini. Bu nedenle uzaklaştı oradan.

Eve döndüğünde bu küçük yolculuğun ruhuna ne denli iyi geldiğini anladı ve defterini eline alıp yazmaya başladı:

“Döngü. Kısır mı kısır bir döngü. Gidenler, arkasına bakmayanlar, gittiği yerde beni unutanlar. Benim unuttuklarım. Sıkıldıklarım, çok sevdiklerim, bir an görmesem hayatımın ışığı sönecek sandıklarım. Tanıştığım andan itibaren hep hayatımda olduklarını varsaydıklarım. Hep tanımama rağmen her gün yeni bir taraflarını keşfettiklerim. Son  ana dek yanımda olmasını istediklerim. Özlediklerim, bir daha hiç görmek istemediklerim.

Sezen, günlüğüne bu satırları yazarken kimden bahsettiğini kimi kastettiğini hiç ama hiç bilmiyordu. Evsiz, yersiz yurtsuz hissedişini unutmak için çabalarken köklerini insanlara dayandırmayı denemiş bunu da becerememişti. Büyük bir sıkıntıyla yıllardır yazmakta olduğu fakat bir türlü sayfalarını dolduramadığı defteri hışımla yere fırlattı…..”

(2008’de Barselona’da bu müzisyen grupla karşılaşıp yazmıştım. Müzisyenlerin ismini unutmuşum eski bir mailde karşıma çıktı.)

11 Ağustos 2014 Pazartesi





And medicine, law, business, engineering, these are noble pursuits and necessary to sustain life. But poetry, beauty, romance, love, these are what we stay alive for.