15 Aralık 2014 Pazartesi

Boza Booozaa

Bir kitap son cümlesiyle tamamen değişir de bambaşka bir kitap haline gelir mi?
Bu blogda istemediğim kadar Orhan Pamuk'tan bahsediyorum. Son kitabı çıkınca gidip aldım. Hemen de okudum. Başları çok sıkıcı, ortası çok güzel, sonu yine biraz sıkıcı ama son cümlesi mükemmel. Bütün kitabı bambaşka bir şey haline getiriyor.

Tanpınar'ın ışıklı kadınlarını almış Pamuk diye yazmıştım da bence bu sefer tam da doğu hikayesi anlattığı için batı roman geleneğine bir şekilde temas etmiş. Jane Austen Türkiye'de yaşasa herhalde bu kitabı mı yazarmış ne? Boynueğri Abdurrahman Efendi sanki Mrs. Bennet alaturca olmuş. 

Pamuk kendi sınıfının hep altını çizerdi eski romanlarında, burda da sanki komünist olduğu için takdir bekleyen zenginlere benzettim ben kendisini. Fakirlerin neden hep aklı eksik gibi bu romanda? Yine de Pamuk'un bu romanında bir yenilik var. Karakterler fakir olduğu için sanki Münir Özkul-Adile Naşit filmlerinin yarattığı bir sıcaklık var. Ben bu sıcaklığı ilk kez bu romanda hissettim. Diğer Pamuk romanları hep karanlık, düşünceli ve tekinsizdir ya burda Mevlut ve Rayiha'nın çok mutlu ev yaşamlarını içim ısınarak, yer yer kendimi tutamayıp gerçekten gülümseyerek ve kitabı kalbime bastırarak okudum. Pamuk da benim sonucuma varıyor bu romanda, gerçek aşk platonik aşka yeğdir. Birini olduğu gibi sevebilmek insanı çok mutlu eden şeylerin başında gelir. Boşuna mı demiş Sait Faik? 

Kitabı hemen yargılamak istemiyorum, zira Kar kitabında olduğu gibi belki bu kitabı da ileride İstanbul tarihi gibi okumak hoşuma gidebilir. Mevlut ben küçükken babamın ananesinin sokağında kendi yaptığı dondurmaları (iki çeşit; vanilyalı ve çilekli) satan, bana da her zaman sevdiğim çilekliden torpil geçen Kamber Amca'yı çok hatırlattı. O nedenle biraz da kendi çocukluğum gibi okudum kitabı, aslında hiç ilgisi olmamasına rağmen. 

Kitabın anlatımı, her karakterin konuşması hakkında henüz karar vermiş değilim. Ustalık düşüncesi mi yoksa kolaya kaçmak mı emin olamadım. Böyle bir tekniği A visit from Goon Squat kitabında görmüştüm sanırım, ordaki kullanımı daha etkileyiciydi. 

Sonuç olarak abartıldığı kadar sevmedim kitabı ama Rayiha'yı ve Mevlut ile ilişkilerini çok sevdim. 




12 Aralık 2014 Cuma

Kalbimde bir tuhaflık

Bu ara kafamı kaldırmadan kitap okuyorum. Bunda şu sıralar çok fazla seyahat etmemin payı büyük. Dün Viyana'ya gelirken havaalanı ve uçakta önce Handan İnci'nin Orpheus'un Şarkısı Tanpınar'ın Romanlarında Aşk ve Kadın kitabını okudum sonra da Orhan Pamuk'un son romanına başladım onu da bitirmek üzereyim. Handan İnci'nin kitabı çok hoşuma gitti. Tanpınar'a göre aşk ne demek, T. romanlarındaki kadın imgesini çok zevkle okunan şekilde anlatıyor. Kitap Tanpınar'dan ziyade aşk felsefesi kitabı gibi. Tanpınar'ın özellikle Mümtaz'la açıkça şunu söylediğini iddia ediyor İnci, T. aşkı ve kadını sanat eseri yaratabilmek için bir yakıt olarak görüyor. O nedenle hep mutsuz aşkların peşinde.

Kitapta çok güzel tespitler var. "Öğrencilik yıllarımdan bu yana, çevresinde Nuran gibi kadınlar arayan, ona tıpkı Mümtaz gibi aşık olmak isteyen erkek okurlara az tanık olmadım." demiş İnci. Tanpınar'ın da kadınlara yaklaşımını seksist bulmuş sadece ideal kadınlara aşık olunabildiğini yazdığı için. Bu imgeye aşık olma meselesini bu blogda da daha evvel yazdım. Bilmiyorum sanatla ilgilenmeyen insanlar da böylesine imgelere aşık oluyorlar mı? İnci Nuran'ı ve diğer kadınları fazla ideal buluyor. Tanpınar için ışık mühim, kendi de ışık kırılmasını çok izlemiş. Ben de resme merak sardıktan sonra ışığa aşık oldum, o nedenle ne demek istediğini anlıyorum. Kadınları hep ışıklı parıltılı bir şey olarak tasvir ediyor. Pamuk'un son kitabında sonra kadını ışık diye tasvir eden cümle görünce güldüm, ah Pamuk ah, hiç değişmiyorsun. 

Nuran'a aşık olmak isteyen erkek okur var tabii de Nuran olmak isteyen kadın okurlar da var elbet. Tapınılan bir aşk mabudesi olmayı kim istemez? Sonuçta Mümtaz'ın ideal kadınında 3 ölçüt var. İstanbullu olmak, Boğazda yetişmek ve Nuran olmak. Üniversitede,  ilk ikisi tutmadığı için bari Nuran olayım dedim. Zamanında Türkçe'yi taganni eder gibi nasıl konuşurum diye az düşünmedim. İnci, Tanpınar kadınlarının en sonunda aslında kendileri olduğu için değil imgelerinin sevildiği için isyan ettiklerini de yazmış. Sevmek Zamanı'ndan bahsetmeden nasıl durayım? 

Kitaplardaki imge kadınlara ulaşmak, onlar gibi olmak imkansız bir uğraşmış bunu anlamam çok uzun sürdü. Hala da bazı roman kahramanlarıyla kendimce aşık atıyorum, bak ben bunu öğrendim ama sen bilmiyorsun diyorum romanları tekrar okurken. Ya da belki benden şimdi kimbilir kaç yaş küçük olan roman kahramanının hala benden akıllı ve olgun konuştuğunu görünce şaşırıyorum. İnsan sırf aşkta değil kendi için de bir imge arıyor. Fakat erkeklerin bile tam somutlaştıramadığı ışıklı soyut kadınlara ulaşmaya çabalamak da zor bir uğraşmış. Nuran da Mümtaz'ın eskilerden getirdiği kılıklara kimliklere bürünmek istemiyor. Yaşadığı yıldan memnun bunu da açıkça söylüyor. Ben ise hep başka zamanlara ait olduğumu düşündüm, başka çağların kıyafetlerini giymeye heves ettim. Woody Allen da bunları bilirmiş gibi Midnight in Paris'i çekti, gördük ki kaçtığımız yine zaman değilmiş; nostalji ne kadar eskiye gidilse de baki kalıyormuş. Sonra bir de Rome with Love filmini çekti. Juno'da oynayan kızı görünce ağzım açık kaldı. Alec Baldwin'in gençliği name dropping yapan sahte entel bir kıza feci aşık oluyor. Alec Baldwin'in gençliğinde kendimi buldum, böyle şeylere kapılan tek ben değilmişim diye sevindim filmi izleyince. 

Bunları da keşke kitaplardan okuyup öğrenebilseydik de o yaşlarda o acıları çekmeseydik. Mümtaz aşkın biraz da kültürel bir şey olduğunu söylüyor. Bence de biraz böyle bu. Derste Divan edebiyatı öğreniyoruz sonuçta. Her şey gibi Divan edebiyatını da biraz fazla ciddiye aldığımdan imge aşkın, gam kervanlarına binmenin iyi bir şey olduğunu, böyle uzak ve acılı sevdaların daha matah olduğunu düşünüp durdum ilkgençlik yıllarım boyunca. Halbuki aynı yıllarda Ronsard da okuyorduk, sevgilisine gençliğine güvenme, ben yaşlı olabilirim ama sen de yaşlanıp çirkin olacaksın diye aşırı gündelik şiirler yazmış biri sonuçta. 

İnci de enginar ayıklayan gündelik Nuran'ın Nuran imgesine ters düştüğünü söylüyor. Işıklı üst insan Nuran'ın yemek yapmasını hayal edemiyoruz. Çok etkilendiğim Kar romanında Ka, aşık olması için kadını tanımaması gerektiğini söylüyor İpek'e. Tanışıldıktan sonra elde kalanın ise aşktan kalan mutluluk olduğunu ve bu mutlulukla birbirlerine sarılacaklarını iletiyor. Ben de uzun yıllar böyle düşündüm, sonra işte karşımızdakine değil bizim yarattığımız imgeye aşık olma fikri çok saçma gelmeye başladı. Hala izleyemediğim Kış Uykusu'nun fragmanında "beni olmayan tanrılara benzetiyorsun, sonra da o tanrı gibi davranmadığım için bana kızıyorsun. Bu haksızlık değil mi?" gibi bir şey söylüyordu Haluk Bilginer. Hem de çok büyük haksızlık. Darcy yok, Heathcliff yalan. 

Sonuçta enginar ayıklamak büyük maharet gerektiren bir şey. 

3 Aralık 2014 Çarşamba

Kar

Yıllar önce hiç beğenmediğim hatta başlayıp yarısında sıkılıp attığım Orhan Pamuk'un Kar kitabını okudum. Bu kitabın ne kadar sıkıcı olduğunu tekrar edip duruyordum yıllardır. Bazı kitapların insanı doğru zamanda bulduklarında yepyeni bir kimlik kazandıklarını unutmuşum. Bu okuyuşumda kitabı elimden bırakamadım, şu anda da hala etkisi altındayım. En sevdiğim hislerden biri bu, kitap bitti diye üzülürken bir yandan hala kitabın kahramanlarının dünyasında yaşamak.

Orhan Pamuk ile ilişkim ortaokul yıllarıma dayanıyor. Bir arkadaşım bana yılbaşı çekilişinde "Benim Adım Kırmızı" romanını hediye etmişti. Orta 2 senesi olduğunu iyi hatırlıyorum, demek 14 yaşında filanmışım. Kitabı okuyup çok beğenmiştim. Şimdiki aklımla bir kez daha okusam mı acaba?

Sonra Cevdet Bey ve Oğulları'nı okuduğumu, kitabın konusunu aslında sıkıcı bulmama karşın neden kitabı okurken büyük zevk aldığımı uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra Kara Kitap. Kaç kez başladım o kitaba, sonra lise ikide okuyabildim ilk kez. Kara Kitap'ın başlangıcı ağır demir bir kapı. Omuz attım, itekledim yıllarca uğraştım aralamak için. Bir kez o açılınca kendimi İstanbul'un büyülü dünyasında buldum. Meğer ben Teşvikiye'de oturacakmışım İstanbul'da üniversitenin ilk 3 senesi ve hep merak edecekmişim Alaeddin'in bakkalı mı o Işık Lisesi'nin karşısındaki alengirli dükkan. Kara Kitap'ı çok sevmeme neden olan şey aslında bir pasaj. Alfabe, harflerin canlanması ve okumayı sökmekle alakalı kısım. .Okumayı sevenlerin harflerle hep büyülü bir ilişkisi oluyor. Orhan Pamuk Kara Kitap'ta harflerle ilgili büyülü bir eczadan bahsediyor. Ben de küçükken okumayı sökünce insanların ağzından çıkan sesleri harfler olarak görmüştüm. Okumayı bilmezken de sayfalarca anlamsız mektuplar yazardım, sıkılmadan. Kara Kitap'ı seviyorum ben, hem de çok seviyorum. Romanla anlatıyla ilgili olduğu için en çok. Kara Kitap'taki edebiyat oyunlarını, yalnızca iyi roman okurlarının bilip anlayabileceği küçük göndermelerini, aslında hiçbir karakteriyle özleşemezken kitabı bunca sevmemin sebebi olarak görüyorum.

Üniversitede Orhan Pamuk'la ilişkim sınırlı oldu, Yeni Hayat ile Beyaz Kale romanlarını pek üstün körü okudum. Masumiyet Müzesi'ni ilk çıktığında hemen okumuştum.

Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi'ne aşk romanı diyor, bence ikiyüzlü Kemal'in sınıfsal çatışmasının romanı, Aşka dair hiçbir şey yok o romanda. Kar romanı için ilk ve tek siyaset romanım demiş Pamuk, bense kendisinin bugüne kadar yazmış olduğu en iyi aşk kitabı olduğunu düşündüm. Kitapta en çok aşktan sonra yine bir nebze edebiyat oyunlarından etkilendim.

Yine çeviriye oynamış bir kitap ve yine Avrupalı okurları için yazılmış, evet. Pamuk, Elif Şafak'ın Ted konuşmasında anlattığı ve kendisinin de aslında son zamanlarda aşırıya dönüştürdüğü, bizden beklenen hikayeleri anlatma meselesinde yanlış bir yerde duruyor. Şafak bir Türk ya da Hintli, yani batı edebiyatından gelmeyen yazarların ancak kendi ülkelerinin  sefaletlerini anlattıkları sürece var olabildiklerinden dem vuruyordu. Kar da tam da böyle, Pamuk da biliyor, Fazıl'dan mesaj vermesi bile ondan. 

Kitabın başkarakteri Ka yıllarca Frankfurt'ta kalıp sonra Kars'a gidiyor. Bu yazı uzun oluyor ama sanırım blog yazmanın güzelliği bu, istediğim kadar uzatabilirim. Kar kitabında da bir sürü edebiyat oyunu yapmış yazar, kapalı anlatımlar göndermeler çok. Ben bu kitapta bunlardan çok Ka'nın kimlik bunalımından ve Lacivert'ten etkilendim. Lacivert çok yakışıklı, çok şefkatli, anneleri ölen köpeklere ağlayan biraz da maço biri. İnandığı şeyi sonuna kadar da savunan bir idealist. Fakat sorun şu, din için adam öldüren biri Lacivert. Böyle olmasına böyle de ben de Kadife ve İpek gibi Lacivert'e biraz tutuldum kitabı okurken. Roman kahramanlarının güzelliği ve yakışıklılığı mühim konu. Yakışıklı ve güzel tasvir edilen roman kahramanlarını daha çok seviyorum, genelde de aşık olduğum roman kahramanları ya da kendime romanlardan arkadaş edindiğim kadınlar hep güzel ya da yakışıklı. Gerçek hayatta değil ama romanlarda lookisme karşı değiliz. (Bir tek sempati duyduğum çok çirkin roman kahramanı Homongolos var).

Ka'nın Almanya'dan dönüşü de beni etkiledi. Bu batılı doğulu olma meselesini hep erkekler erkek gözünden yazıyor. Ben de bu meseleyi bu kimliği hep erkek gözünden görmüşüm. Erkekler doğulu da olsalar batılı kimliğe karşı çıktıklarında bile özgürler. Kadınlar batılı toplum düzenini reddedip nasıl özgür olabilecekler? Ülker Fırtınası'nı tekrar okumam gerek galiba. 
 

Bu kitabın aşkla ilgili düşündürdükleriyle ilgili ayrı bir yazı yazmam gerekecek sanırım, bu kadar yazdım hala hızımı alamadım. Bu yazı çok dağınık oldu ama saat çok geç, kafamı tam toplayamamış olsam da bunları yazmasam düşünüp durmaktan uyuyamayacaktım. İyi geceler. 




1 Aralık 2014 Pazartesi

Η Πόλις

."Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. Sanki, "Bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamazç Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım." Ve bu nasihati dinleyen hayat, her üzüntünün üstünde cıvıl cıvıl ötüyordu."

Geçen yıl kan tahlili yaptırdım. Alt sınırı 30 olan D vitamini bende 7'ye düşmüş. Tevekkeli cansız ve sürekli yorgunum, ancak yazın bol bol güneşlenince kendime gelebileceğim. Avusturya'nın ağır ve uzun süren kışları beni en çok yoran kısımlarından oldu 4 yıllık gurbet hayatımın. İstanbul'a dönüş hazırlığı yaptığım bu günlerde ılıman mevsime döneceğim için pek sevinçliyim. Avusturya'ya yine haksızlık etmeyeyim. Baharı ve yazı pek güzeldir, şehir yemyeşil hava genelde güneşlidir. Kaldığım ağustos ayı boyunca çizme ve trençkotla gezmek zorunda kaldığım ve güneş yüzü görmediğim Hamburg'ta 1 ay içinde neredeyse sıkıntıdan buhran geçiriyordum. 

Zavallı Mümtaz'ı bile neşelendiren güneş bakıyorum ki benim buradaki tanıdıklarımın çoğunu neşelendirmeye artık pek yetmez olmuş. Dönüş kararımı söylediğim çoğu insan delirdiğimi düşündü. Avrupa'daki rahat hayatı bırakıp dönmemin hata olduğunu tekrar edip duran çok. Gündelik hayat pek rahat evet ama ya özlem? Herkes başka bir yer arıyor. Baskılardan bunalmışlar bunalmasına da bence pek kimse ne aradığını bilmiyor. Yurtdışında ya dil kursuna ya mastera öğrenci olarak gidip kaldıkları tasasız zamanları özlüyorlar çoğu. Gitmek isteyenler için zaten Avrupa bir bütün, Nereye gidecekleri farketmiyor. Ne bulacaklarını da tam bilmiyorlar sanırım. Ne de olsa bizim memleketimiz anlamadan sevenlerle bilmeden nefret edenlerin ülkesi. 

 Avusturya 4 yıl içinde evim oldu, Viyana'yı çok sevdim.  Ona rağmen İstanbul'u hep çok özledim. "Gurbet geçiciliğin hafifliğinden kaçamamak için sürekliliği inkar demek her şeyden çok.Her gün geri dönebilirim hissi.", yazmışım geçen yıl günlüğüme. Bugün uçakta gelirken Orhan Pamuk'un Kar romanını okuyordum, Ka da aslında hiç sevmediği Kars'ta bile mutlu. 

Herkes Türkiye'den gitmekle bütün sorunlarının çözüleceğine inandırmış kendini. Herkes deliler gibi Ortadoğulu'lardan nasıl nefret edildiğine dair yazılar paylaşıyor. Oysa Azeri arkadaşımla biz ne güzel birbirimize destek olduk birlikte çalıştığımız 3 yıl boyunca. Almanca'yı çok iyi bilmeden başladığım işyerinde başta çok sıkıntılı anlar geçirdim. "Necesen, işlerin nece gedir?" diye duyduğum ses, Türkçe bir anda ilaç oldu bütün yaralarımı sardı da gözyaşlarımı zor tuttum. Eskici hikayesindeki küçük Hasan gurbet yıllarımda dostum, sırdaşım oldu, o ağladı, ben ağladım. Almanca'yı öğrendim öğrenmesine hem de sanırım iyi öğrendim, ama Almanca sanki çok sert bir sandalye gibi. Türkiye'de Türkçe duyunca kuştüyü döşekler etrafımı kaplıyor, pofidik yastıkların içine düşüyorum. "Türkçe ağzımda annemin aksütü gibidir" demiş Yahya Kemal. Bense çabuk eriyen fondanlara benzetiyorum. Öyle bir rahatlık, yani tek bir sıfatla nitelemek zorunda olsam "yumuşak" derdim anadilim için, dokunma hissimi okşayacak kadar somutçasına yumuşak. Benim gibi yabancı dil meraklısı insan bile bunca Türkçe'yi özlüyorsa, bilemiyorum dil öğrenmeyi sevmeyenlerin halini. Alper Hasanoğlu da bir yazısında "Almanca ölmek istemiyordum" demişti İsviçre'den Türkiye'ye dönüş sebebini anlatırken. Ben de Almanca yaşamak istemediğimden dönüyorum. Anadil yasaklanmasının ne manaya gelebileceğini de anlamış bulundum, iyice üzüldüm.  

Yani ben yine bunca yazıyı yazdım, sanki yeni bir dert imişçesine. Kavafis yüzyıllar önce demiş işte " Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.  Bu şehir arkandan gelecektir." 

Gelen Sultan İstanbul olsun, hoşgeldin sefalar getirdin. Ben de seni gördüğüme pek memnun oldum.