15 Kasım 2015 Pazar

Une tendresse infinie

Birkaç Fransız filmi izledim, biraz da kitap okudum. Yine yazacak şeylerim birikti. Bazen böyle oluyor, filmin kitabın etkisinde kalıp sırf onu konuşmak istiyorum. 2 film izledim, ilki çok bilinen La Vie D'Adele. Bu filmden çok etkilendim. Issız adam öyle olmaz böyle olur demiş yönetmen. Hayata karşı sonsuz bir iştah besleyen kızın hikayesi, Adele'in yaşamı. Tabii ben Adele'i değil Emma'yı sevdim filmde. Aslında filmin tamamını sevmedim de Adele ve Emma'nın yıllar sonra buluşmasındaki acılarından etkilendim. Uzun zamandır böyle acıklı aşk filmi izlememiştim. J'ai une infinie tendresse pour toi, j'aurai toujours, toute ma vie.

Filmde eşcinsellik önemli ama en önemlisi aşk. Emma kendine bir türlü layık göremediği Adele ile olamıyor. İstiridye ile spagettinin uyumsuzluğu gibi onlar da olamıyor. Egon Schiele'yi bilemeyen domestik öğretmen Adele, Emma'nın biraz sahte de olsa entelektüel ve ışıklı dünyasına giremiyor. O ancak herkesten saklanan gizli bir tutku olarak yaşanabilir. Filmde eşcinsel aşktan ziyade sınıfsal fark ve entelektüel açıdan uyuşamayan bir çiftin ilişkisi var. Adele ömrü boyunca Emma'yı arayacak, bulabilir mi işte orasını bilmiyorum. 

Sonra da La belle personne'u izledim. Bu fransızlar aşk hakkında büyük laflar etmeyi iyi beceriyorlar. Bu arada film çok güzel, modern Godard filmi gibi. En sonunda Junie'nin Louis Garrel'e tiradı çok güzel. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle diyor: "Ben aptal değilim. Sen çok yakışıklısın, çok kadın tanımışsın. Ben sana kendimi verdiğim andan itibaren benden soğumaya başlayacaksın. Daha sevilesi bir kadın bulduğun anda beni bırakıp ona gideceksin, ben de bununla yaşamayı beceremeyeceğim." Womanizer erkeğin tuzağına düşmeyip adamı ağlatan Junie'yi o kadar çok sevdim ki. Erkeğe oyuncak olmayan kadınların filmlerini hep çok seviyorum. "Tu peux pas résister toute seule à notre histoire d'amour, parce que moi je suis armé et que... j'vais pas t'laisser faire." Üzgünüm Louis.

8 Kasım 2015 Pazar

Winter Sleep

Kapadokya'ya ilk gidişim 1997 sanırım. Fransız öğretmenlerden biri trekking gezisi ayarlamış, ben de hazırlık sınıfındayım. Okul gezisi diye büyük bir coşkuyla katılıyorum. Sonrası ise felaket. Dağda çadırda kalıyoruz, her gün en az 25 kilometre tırmanıyor, insan yüzü görmüyoruz. Sporun her türünden nefret eden 11-12 yaşında bir çocuk için büyük bir kabus. En son galiba burada öleceğim diye ağladığımı hatırlıyorum. Sağsalim bir şekilde gezi tamamlanıyor tamamlanmasına ama Kapadokya benim için uzun yıllar anımsamak bile istemediğim bir yer haline geliyor. 

Sonra uzun yıllardır izlediğim en etkileyici film olan Kış Uykusu'nu izliyorum. Bu film hakkında yazmaya başlarsam durduramam diye korkuyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı karakterle karısının aşkı ne çok şey anlatıyor. Belli ki genç kadın karizmatik ses tonlu entelektüel adama İstanbul'da fena kapılıyor. Sonra ne oluyor da Kapadokya'da o inzivai hayata geçiyorlar belli değil. Kadın kendini kapana kapatmış, erkeğin imkanlarıyla Robin Hood'luk taslıyor. Yaşayamadığı her şey için Haluk Bilginer'in karakterini suçluyor. Karı koca olarak ilişkileri berbat. Aralarındaki aşk ilişkisi çoktan despot baba ve şımarık kız çocuğu ilişkisine dönmüş. Oysa nedense sanki kadın adama çok ama çok aşık olmuş gibime geldi benim filmi izlerken. Haluk Bilginer de isyan ediyor kadının onu olmayan bir Tanrı'ya benzetmesinden, kendi yarattığı ulaşılmaz beklentileri adamdan göremeyince adamdan soğuması yüzünden çok sıkılıyor. Oysa adam da kendine güvensiz, pohpohlanmak onun için çok mühim. Saçma sapan yerel gazetede yazacağı yazılar hakkında gelen yorumlar onu çok mutlu veya mutsuz edebiliyor. Kadın ise en büyük kurbanlık hikayesini kendisi için yazmış. Kaçıp kendini kurtarabilecekken o karların altına kendini hapsetmiş. Hayatımızda olmamış şeyler için başkasını suçlamak en kolayı çünkü. Ben Haluk Bilginer'in karakterine filmde pek acıdım. Aslında hepimiz kadar iyi ya da hepimiz kadar kötü bir karakter. Kiracılarıyla olan ilişkisi filmde sanki acımasızlık gibi gösteriliyor ama her evsahibi kira ödemeyen kiracısına aşağı yukarı aynı şekilde davranır. 

Adamcağız kendine inziva içinde bir yaşam kurmuş, belli ki eski yıllarını büyük bir zafer duygusuyla hatırlıyor. Karısını da seviyor, büyük bir aşk mı bilmiyorum ama gizli bir güç savaşı içinde aslında ekonomik gücü elinde tutmasına rağmen güçsüz. Gitse gidemiyor kadını kovalamaya cesareti zaten yok. Bir yandan da aşırı mutsuz kızkardeşi mutsuzluğunun payını ona biçiyor. Kendisini döven kocasından kaçmış, hayat istediği yönde gitmemiş. Kocasından kaçmamış olmayı diliyor, büyük ihtimalle abisi onu cesaretlendirmişti şiddet gösteren kocasından kaçması için. Şimdi o kısımlar unutulmuş hep abi suçlanıyor. Haluk Bilginer filmde cesur bir karakter değil, hatta oldukça korkak. Korkup kaçıp oteline saklanmış, eski günlerini anımsıyor ama o günlere dönmek de istemiyor. Bu film bana çok ama çok insani geldi. Hepimiz bu filmde geçen durumlardan farklı boyutlarda geçiyoruz. Filmde siyah beyaz iyi kötü yok. Nejat İşler'in karakteri de serseri, çocuğunu dövüyor ama sadaka parayı atıp yakıyor bir anda. Onun abisi İmam ise hayatlarını yoluna koyabilmek için daha ezilip büzülen, belki onursuz gibi görülebilen davranışlar içinde. El etek öpüyor sürekli, Haluk Bilginer onun her halinden rahatsız olduğunu açıkça belirtmesine karşın yüzünü kızartıp gidip konuşuyor. Hangi davranış daha onurlu, bunu düşünmek ve buna karar vermek yine bize kalıyor. 

Kapadokya'nın bir kısmını restore etmişler, Provence'a bile benzemiş. Kış Uykusu'nun A good year versiyonunu çekmek geldi içimden. İstanbul'da sıkılan süper zengin borsacı Kapadokya'da gidip şarap üretimine başlar ve hayatının aşkıyla tanışır. Şarapları hakikaten güzel ve son zamanlarda geçirdiğim en rüya günleri geçirdim Kapadokya'da bu son gidişimde. Bu arada 30 oldum, bununla ilgili yazsam mı yazmasam mı bilemiyorum. 

7 Ekim 2015 Çarşamba

Reincarnation

Ben eski yaşamlarımdan birinde/
Beyoğlu'nda yaşayan/
serkeş bir şairdim.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Anna

Uyuyorum. Uyanıyorum. Hayatım yolunda, beni korkutan şey haberlere bakmak. Büyük bir istekle, özlemle, sevgiyle döndüğüm ülkemde olanlara bakıp bakıp fenalaşıyorum. Bundan kaçmak için en güzel şey yine sanat. Cumadan beri kendimi iyice sanata verdim. Filmler izledim, bienale gittim, müzelere gittim, resim yaptım, kitap okudum sırada yazı yazmak var. Bir şeyler yazmak neden lazım onu bilmiyorum, ama galiba bu kadar çok şeyle yüklenince insan bunları ifade edeceği bir yerler arıyor. Bu haftasonunu Türk filmleri izleyerek geçirdim. Önce tatlı bir romantik komedi, Bir Varmış Bir Yokmuş. Ağır ağır şeylerden sonra biraz hafiflik iyi gelir. Mert Fırat aşık rollerini güzel oynuyor, Melisa Sözen de filme iyi gitmiş. Filmin bazı kısımları Sex and the City'yi hatırlattı bana. Özellikle La Douleur Exquise bölümü (başlık Gunnar Madsen'den). Sonra Carrie'nin Big'i arayıp "I am a woman!" diye nutuk attığı bölüm. Bir Varmış Bir Yokmuş'da da, Melisa Sözen'in karakteri kendini ilişkide bir yere oturtmaya çalışıyor. Bunu hepimiz yaptık. Erkekler neden kadınlara hayatlarında yer açmaya zorlanıyor acaba? Aslında biz de bağımsız, güçlü kadınlarız ama illa en azından hayatımızda bir kere "bu ilişkide yerim ne benim! Neden uzaksın?" sorularını soruyoruz. Mevsimler filminde Ebru Ceylan da aynı şeyi yaşıyordu. Bir nevi ıssız adam sendromu yani de ıssız adam'ın ıssız olmak için bir sürü geçerli sebebi var. Normal hayatlarında yer açmakta zorlanan normal erkekler kadınları ne çok üzüyor. C-c-curly, your girl is lovely, hubbell. Hepimiz karmaşık ve zor kadınlar olduğumuza inanmak, o erkeklere ağır geldiğimize inandırmak istiyoruz kendimizi. Bu belki erkeklerin de problemidir de kadınlar bunu birebir varlık problemi olarak içselleştiriyor. 500 days of summer'da mesela Tom hemen kabulleniyor, başka aşklara yelken açıyor. Tom kadın olsaydı, Summer'ın hayatında yer edinene kadar ömrünü harcar sonra da neden olmuyor diye kendini kahrederdi. Yine de böyle konularda hep kadının verdiği savaşın filminin, dizisinin çekilmesi ilginç. O kahır yolculuklarına aşk diyor sonra da gençliklerini heba ediyor kadınlar. 

Sonra filmin müzikleri çok güzeldi, filmde Vah Belinda diye grup var. Aah Belinda benim en sevdiğim Türk filmi, bahaneyle onu izledim tekrar. Onun ardından ilk kez Hayallerim, Aşkım ve Sen'i izledim, galiba o filme de aşık oldum. Sanat eserlerinde yaratılan karakterlere duyulan tutku hakkında bir film desem herhalde neden sevdiğim anlaşılır. Puslu Galata ve Pera saatlerinden sonra bu filmleri izleyince garip bir ruh haline büründüm. Melankoli de bazen iyidir. Melankoli sanat içindir. Bu arada Sabancı Müzesi'ndeki Zero sergisi çok güzel. 


28 Ağustos 2015 Cuma

Big in Japan

     
                   "and what is the use of a book," thought Alice, "without pictures or conversations?'.


Japonya ve Japon kültürü şu hayatta en çok ilgimi çeken şeylerden biri. Tokyo'ya gitmek ise en büyük hayallerimden. Bunda kuşkusuz sanatının payı büyüktür. O tuhaf incelik ve nezaketleri, ağır melankolileri beni büyülüyor. Washington D.C.'den de aklımda kalan en güzel şey, kiraz çiçekleriydi. Galiba Japon kültürüne bu denli merak sarmamdaki ilk etken lisede izlediğim Dolls filmi. Birbirine iple bağlı aşıkları düşündükçe hala gözlerim doluyor. Lisedeyken yine Spirited Away'i izleyip çok etkilenmiştim. Sonra Günseli Kato'nun Japon kültürü hakkında anlattığı kabustan hallice anıları geliyor aklıma. Ne kadar ataerkil bir kültür olduğunu ve nasıl bir kafes ortamında yaşadığını anlatmıştı bir röportajında. 

2010 yılında Murakami ile Sahilde Kafka romanı sayesinde tanıştım. Kitabı hemen okuyup bitirmiş ve çok sevmiştim. Şimdi çok az hatırlasam da Murakami deyince aklıma hemen "iki insanın kol ağzı birbirine değmişse bir sebebi vardır." cümlesi geliyor. Bazen bu okuduğumuz romanların ne işe yaradığını düşünürüm. Benim gibi sevdiği romanları yüz kere okuyup ezberleme huyu olmayanlar ya da benim sevdiğim fakat ezberlemediğim romanlar aklımızda nereye gidiyor? Sonra şu cevabı veriyorum hep, o okuduğumuz romanlardan aklımızda bir cümle veya bir imge kalıyor. Galiba bazen sırf bunun için okuyorum kitapları. İşte Sahilde Kafka'nın bendeki cümlesi budur. Sonra İmkansızın Şarkısı'nı okumuştum hemen ardından ve onu da çok sevmiştim. Bu roman da pek aklımda kalmamış, bir kütüphane ve hasta bir kızın çok hoşuma giden bir öyküsü olduğunu anımsıyorum yalnızca. 

Murakami'nin en iyi hatırladığım kitabı ise Sınırın Güneyi'nde Güneşin Batısında. Bu kitabı benim için özel kılan bir şey var. "Murakami'nin bu kitabını okumalısın, öyle bir tek çocuk hikayesi ki aklıma sen geldin" demişti Viyana'da birlikte master yaptığım Sloven I. bu kitap için. Birine bir kitabı hatırlatmak mühim bir şeydir. Biri bana bir film ya da roman kahramanına benzediğimi söyleyince çok mutlu oluyorum. Ya da bir kitabı okuduğunda beni düşündüğünü. Bu kitap aslında Murakami'nin tarzına göre biraz daha basit ama ben burda Murakami'nin tam olarak kim olduğunu anladım. Bazı yazar ve yönetmenlerde böyle oluyor. Ne dediklerini tam manasıyla anlayıp içselleştiriyorum. Richard Linklater'ın ne dediğini de anlıyorum böyle mesela. Tek çocuk Haruki'yi de bu romanda tam anladım. Bu romanda bahsettiği her şeyi satır satır anlıyorum, o yüzden benim en sevdiğim Murakami kitabı bu. Bundan sonra ise adını bile unuttuğum bir kitabını İngilizce okumaya başlayıp kitaptan çok sıkılıp yarım bırakmıştım. Murakami'yi hep Türkçe okuyorum. Çeviri kitap okumanın da kendine has bir lezzeti var. Bildiğim dillerdeki kitapları orijinal şekliyle okuyorum. O nedenle bilmediklerimi güzel bir çeviriyle okumak da çok hoşuma giden bir şey. Herhalde 2012 yılından beri hiç Murakami okumuyordum. 

En son Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni okudum, yine Türkçe. Çok beğendiğimi söyleyemem. Bundan aklımda kalacak olan Kumiko sevgisi sanırım. Kitap sanki Kara Kitap'ın değişik bir versiyonu gibi geldi bana. Baktım da Kara Kitap 1990'da bu ise 1994'te yazılmış. Karısı kaçan ve karılarının hafızasını bir bahçe olarak görüp o bahçede neler olduğunu merak eden kocalar. Karılarını ararken yolda başlarına hep mistik bir şeyler geliyor. Suyu çekilmiş kuyular, suyu çekilmiş bir boğaz, kadınların tekinsiz akrabaları. Tabii Kumiko Rüya ile karşılaştırılınca pek sıradan. En beğendiğim ve özendiğim roman kahramanlarından biri olan Rüya'ya yaklaşmak biraz cesaret ister. Yine de bu roman tarzını seviyorum, ben de sonuçta gizemli şeylere fazlaca kapılan ve bunlara genel olarak inanmak isteyen biriyim. Hayatta mistik şeyler de vardır. Roman bitince master arkadaşım I. ile 5 yıl sonra ilk kez konuştum. Hamileymiş ve haftaya evleniyormuş. La vie est magique. 

10 Haziran 2015 Çarşamba

Girlhood

Uçakta uzun zamandır izlemeyi ertelediğim Boyhood filmini izledim, film uçakta bitmedi sonra tamamladım. Filmde aslında hiçbir şey olmuyor gibi görünse de çok şey oluyor. Bir çocuk büyüyor, bir kadın hayatıyla ilgili büyük hayalkırıklıklarına uğruyor, serseri gençlik aşkımız Ethan Hawke aşırı sıkıcı aile babasına dönüşüyor. 

Çocukluk ve ergenlik insanın hayatı beklediği dönemler, her ne kadar yaşlanmak istemesem de büyümeyi hep istedim. Filmde aslında ayrı ayrı konuşulabilecek çok konu var. Mason'ın çocukluğu ve travmasına girmiyorum. Sanatla ilgilenen çocuklar büyük travmalara girmeseler de ergenlikleri böyle buhranlarla geçiyor. Kendini bulma çabaları, Mason'a üniversitenin daha iyi olduğunu söyleyen hocanın dediği çok hoşuma gitti," you find your own people there you know" ne doğru tespit. Lise ve çocukluk insanın aslında sosyolojik olarak ait olduğu yerle kısıtlı kalması demek. Hep başka yerlerin, başka insanların özlemi. Kendi içindeki buhranları işte tam da gidip salak bir sporla uğraşan boş kafalı birini hayatının aşkı sanarak yaşanan büyük lise aşkları, o büyük duygular, hezeyan, sıkıntı ve mutsuzluk, tam spleen d'adolescence. Of ergenlik pek zordu, büyüdüğüme gerçekten memnunum.

Ben bu filmi tabii Linklater'in diğer filmlerinden bağımsız düşünemiyorum. Benim bu adamı çok sevmemin sebebi onun da benim gibi zaman takıntısı olması. Ben de herhalde böyle filmler çekerdim çekebilsem. Adamın filmlerinde devamlı birileri büyüyüp yaşlanıyor, aynı bizim gibi. Mason gece arkadaşlıyla konuşurken annem de benim kadar ne yapacağını bilmiyor diyor. Ergenlikte ve çocuklukta insanın en büyük yanılgısı büyüyünce her şeye cevap bulacağını sanmak. Bilmediğimiz hala ne çok şey var, belki biraz bilgeleşiyoruz yaşlandıkça ama o saçma kafa karışıklığı hayat boyu devam ediyor. Filmde anne hayatı boyunca yaptığı yanlışların cezasını çekti. Eskiden olsa belki anneye acırdım ama böyle şeylerin insanın seçimi olduğunu düşünüyorum. Hep alkolik sorumsuz tipleri gidip bulması tesadüf değil. 

Ethan Hawke'u baba seçmesi beni çok etkiledi, zira kendisi Reality Bites filminde Troy olarak ve bu filmdeki serseri akıllı sanatçı adam tiplemesiyle ilkgençliğimden beri gönlümü çalanlardan. Reality Bites (Linklater filmi değil ama Ethan Hawke nerdeyse aynı karakter) filmindeki Troy acaba büyüyünce ne oldu? Lelaina ile hala beraberler mi? Hiç sanmıyorum. Annen beni beklese ben böyle olacaktım diyor yaşlanıp aşırı sıradanlaşmış Ethan Hawke 18 yaşındaki Mason'a. Birini olabileceği kişi için sevmek en büyük yanlışlardan biri oysa bana göre. Beklemeyip iyi yapmış ama sonrasını keşke düzeltebilseydi.

Ben de üniversitenin ilk günü bunların dağa gittiği gibi Yıldız Parkı'na gidip uzun saatler muhabbet etmiştim sonradan ikisi de sanatçı olacak iki sınıf arkadaşımla. Üniversite en çok o büyük konuşmalar demek, aşk hakkında, yaşam, sanat, melankoli, edebiyat, müzik hakkında. Uzun mektuplar, uzun sorular, saatlerce süren sohbetler, uzun uzun e-mailler, "ben seni değil sana atfettiğim şeyleri sevdim aslında"lar, hayaller, yine çok büyük kitaplar ve filmler, "22 yaşına geldikten sonra bu ukdeler geçmez artık" diye büyük konuşmalar, "I was really going to be somebody by the time I was 23."ler, sanatçı olamayacağına kesin karar vermeler demek. Öf ne çok şey oluyor üniversitede hakikaten. 

Dönüp bakınca 20'ler çok güzeldi. 3 ay sonra 30 geliyor, there is more to it. 

22 Nisan 2015 Çarşamba

saçmalama hakkı

İstanbul'a döndüğümden beri yazamıyorum. Yazmıyorum değil de yazamıyorum. Kafamda o kadar çok şey dolaşıyor ki gelip bari burda saçmalayayım dedim. Ne yazacağımı ve bu yazının nereye gideceğini de hiç bilmiyorum.
Geri gelmek çok tuhaf bir hismiş, zaman ve mekan bölünmesi yaşamak gibi. Sanki gidilenler gidilmemiş gibi. Yaşananlar yaşanmamış, okullar bitirilmemiş ve biz hala öğrenciymişiz gibi. Bir yandan 30 geliyor, 30 bana gümbür gümbür geliyor. Yaşlanmaktan hem bu kadar korkup hem de bence kendimi tam bulacağım yaşlara geliyorum diye de aynı anda sevinmekten bazen yoruluyorum. Ben teenager olmaya müsait biri değildim mesela, 25 ve sonrasında kendimi daha bir yaşıma uygun hissediyorum. 20 yaşına girerken teenageliğimin son dakikaları diye gözlerimi çıkarana kadar ağlamıştım gerçi. Ben zamanın böyle çabuk geçeceğini ta eskiden beri biliyordum. 
Sonra mesela Edip Cansever Tomris Uyar'a yaş günü için şiir yazmış. Etiler'den Hisar'a iniyorlar. Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç diyor. Ben sigarayı bıraktığımdan beri çok yürüyorum. Her gün 20 kilometre nerdeyse. Etiler'den Taksim'e, Beşiktaş'tan Bebek'e, Levent'ten Boğaziçi'ne, Gümüşsuyu'ndan Galata'ya, tünele ve Karaköy'e hep yürüyorum. Ortaköy'den geçiyorum, yanan okuluma bakarak ve içim sızlayarak ama bir yandan da duvarlarını bile sevgiyle elleyerek H. ile üniversitede okurken adını kendimizce Saltanat Yolu koyduğumuz yoldan gidiyorum. Uzun ince yollar. Ben yürüyorum. Yürüyerek Viyana'dan İstanbul'a geleceğim bıraksalar. Bazen müzik dinliyorum. sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin üstümü. Anılarımla, üniversitede okuyan kendimle ve gelecekteki benimle yürüyorum. Ben yürüdükçe ruhum gündelik hayatın tatlı telaşlarını ve işlerin yorucu streslerini unutuyor. Düşünüyorum, düşünmekten kendi kendimle konuşmaktan kulaklarım uğulduyor. Bir arkadaşıma rastlıyorum, ben üniversite zamanı da yürürdüm, unutmamış yürüdüğümü. Ben böyle onun karşısına kaç sene sonra yine Ortaköy'e yürürken çıkıyorum. Sen eskiden çok yürürdün hala yürüyor musun diyor. Yürüyorum diyorum, eskiden Nişantaşı'ndan Ortaköy'e yürürdüm de çok gelirdi, şimdi Taksim'den Baltalimanı'na yürüyorum, yokuşlar çıkıyorum çok dik çok sapa yokuşlar ve yokuş çıkışımda kendime küfrediyorum yorulup nefessiz kalınca ama sonra yürüyerek eve geldim ben diyorum. Kocaman yolları 36 numaralı ayaklarımla teptim de yürüyerek eve geldim. Şimdi bu benim 29. yaşım ve sonra 30 olacağım, böyle tuhaf düşünceler yirmili yaşlarını süren biri için hala normaldir. Ama sonra ekimde yaş değiştireceğim, törenler olacak ve kutlayıp sevineceğiz. 20ler bitecek, a decade ve benim değiştiğim ve kocaman kadın olduğum bir on yıl bitecek. 19 yaşında kocaman insan gibiydim oysa. Ben Viyana'da böyle garip düşüncelerden kurtulmuştum şimdi geri gelince onlar da beni bekler gibi köşelerden boğazdan sudan tuzdan gelip aklıma ruhuma karıştılar. Böyle şeyleri düşünmek ve böyle şeyleri düşünerek kendimi küçük hissetmek için hala birkaç ay daha vaktim var. 
Galiba yine roman okumayı bırakma vaktim geldi. 

21 Ocak 2015 Çarşamba

Beyin bedava

Bu blogu açtığımdan beri üzerinde en çok düşündüğüm kitapla ilgili yazmak istiyorum. Düşüncelerimi tam olarak toplayıp anlatmak istediklerimi anlatabilmeyi umuyorum. Ben bazen bir video izliyorum veya bir kitap okuyorum; sonra çok mühim şeylere bakış açım değişiyor. O da dolaylı olarak hayatımı değiştiriyor. Gabor Mate de bende bir dönüşüm yarattı bu anlamda. Ted konuşmalarını normalde küçümsüyorum sanırım biraz; hap gibi kısa bilgiler tam da bu yüzyılın sorunu gibi geliyor bana. Detaya giremeden her şeye yüzeyde erişim. (Bu konuda Jules et Jim filminde bir sahne var; "J'adore la grandeur de votre évantail" diyor sadece böcek konusunda uzman olan Jules, her şey hakkında bir fikri olan Jim'e. Sonunda jack of all trades but master of none oluyoruz herhalde hepimiz.) 

Mate'nin Ted videosu benim için gerçekten yararlı oldu, videoyu izledikten sonra kendisinin 2 kitabını okudum. İlki beni çok derinden etkileyen In the realm of hungry ghosts. Özellikle uzun zaman üzerine okuyup düşündüğüm konularda bana tam bir açıklama veren kitapları özellikle seviyorum. Uzun zamandır düşüncelerin gücü, olumlu düşünme üzerine okuyup yazıp çiziyorum. Olumlu düşünmenin gücü hakkında çoğu kitap biraz saçma açıklamalar yapıyor. Evren diyen var, melekler diyen var, bir sürü açıklama var ama ben bu kitabı okuyana kadar tam aklıma yatan bir açıklama bulamamıştım. Algıda seçicilikle açıklıyordum olumlu düşünmenin gücünü. Bu anlamda Mate bana düşünüp durduğum ve aslında ne olduğunu bildiğim bir şeyi tam manasıyla göstermiş oldu; brain circuits. Beyindeki yollar mı demek lazım ya da beyindeki devreler daha doğru sanırım bunu açıklamak için. Düşüncelerimizle beynimizde yeni devreler yaratıp kendimizi ve hayatımızı bu düşüncelerle değiştirebildiğimizi açıklıyor Mate. "The mind activity that can physically rewire malfunctioning brain circuits and alter our dysfunctional emotional and cerebral responses is conscious mental effort—what Dr. Schwartz calls mental force."

Ben hep olumlu düşüncenin gücünden bahsedip duruyordum, aslında eksik bahsediyormuşum. Düşünmenin gücüymüş asıl olan. "Reflection" olan yani aklımızın susturamadığı ses değil; bilinçli olarak yapılan bir şey hakkındaki iç gözlem ve kendimizi gözlemeymiş düşüncenin gücünde yatan. Mindfulness da diyorlar, "anda kalmak" deyip durdukları da bu. Hep nefes odaklı olması bence en kolay odaklanmanın nefes üzerinde yapılması. Ben bunu diğer yazımda aslında pek de açıklayamadığım biçimde yemek yemek üzerine yaptım. Yemek de nefes almak kadar yaptığımız bir şey. Diyetlerden sıkılanlara en büyük tavsiyem budur. Yemek yemeyi meditasyon haline getirin. Her lokmayı çiğnerken doyup doymadığınızı tartın. Kilo problemi yaşayan insanların çoğu çok hızlı yemek yiyor, vücuduyla o an bağlantısı kesiliyor. Hatta ben beyinde de bir tür kısa devre olduğunu düşünüyorum. Çok yedikten sonraki pişmanlık hali bence o kısa devrenin sonucu. Bilinç ve yaptığımız işi neden yaptığımızı düşünmek aslında yaptığımız her işi meditasyona çeviriyor. 

Mate, bağımlılıklarımızın kendimizle yalnız kalmamak için ortaya çıktığını söylüyor. Ben de eskiden tek başıma otururken illa ki kitap okumak bir şey izlemek ya da aklımı meşgul etmek zorunda bırakıyordum kendimi. Allahtan günlük tutma alışkanlığı edinmişim de kendim hakkında düşünme ihtiyacını o şekilde biraz da olsun giderebilmişim. Mate'yi okuduktan sonra can sıkıntım geçti. Canım sıkıldıkça kendimle ilgili şeyleri düşünüyorum, huylarım dediğim şeylerin neden huylarım olduğunu bulmaya çalışıyorum. Çok zevkli bir uğraş, herkese tavsiye ederim. "Mindful awareness involves directing our attention not only to the mental content of our thoughts, but also to the emotions and mind-states that inform those thoughts. It is being aware of the processes of our mind even as we work through its materials. Mindful awareness is the key to unlocking the automatic patterns that fetter the addicted brain and mind.  "

Reflection on the addicted brain, not wilful resistance to it, is the way to tame it. : Bu işte geçen yazımda irade yöntemi ile anlatmaya çalıştığım şey. "Sigara içmemeliyim, diyet yapmalıyım" diyerek irade göstererek insan bağımlılıklarından kurtulamıyor. Bağımlılıklardan geri dönmemecesine kurtulmak için kendimiz hakkında düşünmemiz, o bağımlılıkları neden edindiğimizi düşünmemiz şart. 

Çocukken şartlanmalar edindiğimizi, bu şartlanmaların da hayatımızı etkilediğinden bahsediyor Mate. Şartlanmaların edinilmesinde anne babamızın ya da çevremizin yaptıkları değil de onun bizde yarattığı hislerin bizim hayatımızı etkilediğini söylüyor. Yani annesi tarafından terk edilmiş bir çocuğun hayatını aslında etkileyen şey annesinin terk etmesi değil, çocuğun o durumdan kendine edindiği "ben sevilmeyen biriyim" şartlanması. Bu da bende acayip bir iyimserlik doğurdu. Demek ki ne travma yaşanırsa yaşansın insan bunları salıp gönderebilir. Zira o travma geçmez iyileşmez bir şey yaratmıyor insan zihninde. Yalnızca belli bir beyin devresi yaratıyor ki o beyin devresi de unutulabilir ve yerine daha iyisi konulabilir bir şey. 

Bu beyin devresini en çok sigarayı bırakırken bilinçsiz olarak kullandım. Şimdi kitabı okuduktan sonra anlıyorum neyin ne olduğunu. Sigara içmek insanın beyninde bir devre yaratıyor. "iç iç iç" diye baskı yapan o devre eğer biz sigara içmemeyi başarırsak zayıflıyor. İlk bıraktığımda saat başı gelen sigara krizleri sonra çok nadire düştü. Artık ancak tvde biri (kokusunu duymadığım için sanırım, çünkü kokusundan çok tiksiniyorum) çok karizmatik bir biçimde sigara içerse canım istiyor. Hollywood bunu anlamış sanırım, wiring together firing together yöntemiyle bizi de bağımlılığa itmişler. 

Yazının gerisini kitaptan alıntılara bırakıyorum. If we want something beautiful to grow, we have to create the conditions that will allow it to develop, diyor Mate. Bu bana Voltaire'in Candide kitabını hatırlattı, "Il faut cultiver notre jardin." Orhan Pamuk da hafıza bir bahçedir diyordu. Zihnimiz bir bahçe gibi emek özen ve bakım istiyor. 


Many addicts define themselves through their addictions and feel quite unmoored and lost without them. Substance-dependent people do this, but so do workaholics and other behaviour addicts. They fear giving up their addiction not only because of the temporary relief it offers, but also because they just cannot conceive who they might be without it. (alıntılara bırakıyorum dedim ama buna da yorum yapacağım, ben sigara içmeye çok erken başladım ve gerçekten bırakana kadar hiç sigara içmeyen bir yetişkin olmamıştım. Sigarasız sosyal ortamlara ne yapacağımı bilemeyeceğimi düşünüyordum. Yanlış düşünüyormuşum, sigara içmeyen ben aslında daha iyi biriymiş. Size de bağımlılığı olmayan kendinizle tanışmayı tavsiye ederim, pek keyifli oluyor. Çikolata şeker bağımlılığından kurtulmuş kendimi de daha çok sevdim.) 


Yet human beings who are able to direct conscious attention toward their mental processes discover something surprising: it’s not what happened in the past that creates our present misery but the way we have allowed past events to define how we see and experience ourselves in the present.



A neglected child may be helpless, but the damage comes if he acquires the defining belief that helplessness is his real and permanent state in the world.

All too often these ill-conditioned implicit beliefs become self-fulfilling prophecies in our lives. We create meanings from our unconscious interpretation of early events, and then we forge our present experiences from the meanings we’ve created. Unwittingly, we write the story of our future from narratives based on the past.

Mindful awareness can bring into consciousness those hidden, past-based perspectives so that they no longer frame our worldview. “Choice begins the moment you disidentify from the mind and its conditioned patterns, the moment you become present,” writes Eckhart Tolle. “Until you reach that point, you are unconscious.”


“Your worst enemy cannot hurt you as much as your own thoughts, when you haven’t mastered them,” said the Buddha. “But once mastered, no one can help you as much—not even your father and your mother.”



7 Ocak 2015 Çarşamba

Not an Addict


Bu Videodan sonra geçen yıl pek meşhur olan şu Russell Brand yazısını okumanızı tavsiye ederim. Kendisi bağımlılığını nasıl çözdüğünü anlatıyor.

Mate'nin videosundan çok etkilendikten sonra kendisinin In the Realm of Hungry Ghosts kitabını okumaya başladım. 

Kitap Mate'nin hastalarıyla olan ilişkileri, bağımlılık ve hayatla ilgili düşüncelerini içeriyor. Bağımlıların hikayeleri çok ağır, kitabı o yüzden de zor okuyorum. Allahım böyle dramları yaşamış insanların nasıl bir şansları olabilir ki hayatta diyor insan kitabı okurken. Mate en önemlisi insanın içindeki boşluktan, o boşluğu nasıl doldurmayı bilemediğimizden, yaşadığımız duygusal açlıkların nasıl da bağımlılıklar olarak kendilerini yansıttıklarını tokat gibi anlatıyor.

Mate maddelerin kendilerinin per se bağımlılık yapıcı olmadığını, bağımlılığa bir şekilde açık insanların bu maddelere bağımlı hale geldiklerini anlatıyor. Sırf uyuşturucu olmak zorunda da değil, alışveriş yemek internet iş gibi her türlü bağımlılığın aslında bir şekilde aynı yere çıktığını söylüyor. İçimizdeki o dolmak bilmeyen boşluk duygusu.

Ben çocukken canım çok sıkılırdı, çok mutlu, ilgi gören sevgi dolu bir ailede büyümeme rağmen ben çocukken hep çok sıkıldım. "Sıkı can iyidir kolay çıkmaz". Offff yani hala düşündükçe fenalık geçiriyorum. Belki kardeşim olmadığı için o kadar canım sıkılıyordu. Küçükken içimdeki boşluğu doldurmanın yolu olarak kitapları buldum. Zaten Mate'nin kitabını okudukça kitap tutkumun da aslında bir tür bağımlılık olduğunu görüyorum. "Craving"(yani bence elde olmayan can çekmesi) bağımlılığın önemli göstergelerinden biri. Gecenin köründe bilmem ne kitabını illa ki okumam gerektiği için bütün kütüphanemizin altını üstüne getirmem benim için çok sıradan bir şeydi. Sigara içemeyince gelen huzursuzluk gibi bende de o kitabı okuyamayınca acayip bir huzursuzluk peydah oluyordu. 


Yemek, tatlı bağımlılığı da aynı. İçimizdeki boşluğu, bazen yalnızlığımızı üzüntümüzü çikolatayla şekerle doldurmak iyi geliyor. Viyana'da hastalanınca beni şımartacak kimse olmayınca beni şımartma görevi kurabiyelere düşüyordu. Halbuki ne gaflet.

İçimizde olan boşluğu bizden başkası ya da hiçbir  şey dolduramıyor. Mate'nin kitabından çok etkilendim ben ama onun hastalarının çoğu kendisini dinlemiyor bile. Terapi, arkadaşlık, doktor bunlar insana bir yere kadar yardımcı olabilir. İnsan içindeki güce sarılıp kurban psikolojisinden çıkmadan ona başka hiçbir şey yardım edemiyor. Mate bağımlıların içindeki sevgiye aç muhtaç çocuktan bahsediyor. Ben de dışlanmış insanların içindeki o çocukları gördüm, hatta aşkla öyle insanları iyileştirebileceğimi bile düşündüm. Aşk bile o çocuğu sakinleştirmeye yetmiyor. İnsan kendi yarasını önce kendi sarmadan başkası o yaraya pansuman bile yapamıyor. 

Bu arada can sıkıntısı aslında iyi bir şeymiş. Sigarayı bıraktıktan sonra hayatımda can sıkıntısı tekrardan peydah oldu. Onu geçirmek için resim yapmaya başladım, spora ağırlık verdim ve bu blogu açtım.

İçimizdeki korkularla boşlukla, kendimizden şüphelerimizle başedecek David'ler biziz. Biraz sevgi ve ilgi bütün insanlığın dertlerini çözecek de haberimiz yok.