28 Ağustos 2015 Cuma

Big in Japan

     
                   "and what is the use of a book," thought Alice, "without pictures or conversations?'.


Japonya ve Japon kültürü şu hayatta en çok ilgimi çeken şeylerden biri. Tokyo'ya gitmek ise en büyük hayallerimden. Bunda kuşkusuz sanatının payı büyüktür. O tuhaf incelik ve nezaketleri, ağır melankolileri beni büyülüyor. Washington D.C.'den de aklımda kalan en güzel şey, kiraz çiçekleriydi. Galiba Japon kültürüne bu denli merak sarmamdaki ilk etken lisede izlediğim Dolls filmi. Birbirine iple bağlı aşıkları düşündükçe hala gözlerim doluyor. Lisedeyken yine Spirited Away'i izleyip çok etkilenmiştim. Sonra Günseli Kato'nun Japon kültürü hakkında anlattığı kabustan hallice anıları geliyor aklıma. Ne kadar ataerkil bir kültür olduğunu ve nasıl bir kafes ortamında yaşadığını anlatmıştı bir röportajında. 

2010 yılında Murakami ile Sahilde Kafka romanı sayesinde tanıştım. Kitabı hemen okuyup bitirmiş ve çok sevmiştim. Şimdi çok az hatırlasam da Murakami deyince aklıma hemen "iki insanın kol ağzı birbirine değmişse bir sebebi vardır." cümlesi geliyor. Bazen bu okuduğumuz romanların ne işe yaradığını düşünürüm. Benim gibi sevdiği romanları yüz kere okuyup ezberleme huyu olmayanlar ya da benim sevdiğim fakat ezberlemediğim romanlar aklımızda nereye gidiyor? Sonra şu cevabı veriyorum hep, o okuduğumuz romanlardan aklımızda bir cümle veya bir imge kalıyor. Galiba bazen sırf bunun için okuyorum kitapları. İşte Sahilde Kafka'nın bendeki cümlesi budur. Sonra İmkansızın Şarkısı'nı okumuştum hemen ardından ve onu da çok sevmiştim. Bu roman da pek aklımda kalmamış, bir kütüphane ve hasta bir kızın çok hoşuma giden bir öyküsü olduğunu anımsıyorum yalnızca. 

Murakami'nin en iyi hatırladığım kitabı ise Sınırın Güneyi'nde Güneşin Batısında. Bu kitabı benim için özel kılan bir şey var. "Murakami'nin bu kitabını okumalısın, öyle bir tek çocuk hikayesi ki aklıma sen geldin" demişti Viyana'da birlikte master yaptığım Sloven I. bu kitap için. Birine bir kitabı hatırlatmak mühim bir şeydir. Biri bana bir film ya da roman kahramanına benzediğimi söyleyince çok mutlu oluyorum. Ya da bir kitabı okuduğunda beni düşündüğünü. Bu kitap aslında Murakami'nin tarzına göre biraz daha basit ama ben burda Murakami'nin tam olarak kim olduğunu anladım. Bazı yazar ve yönetmenlerde böyle oluyor. Ne dediklerini tam manasıyla anlayıp içselleştiriyorum. Richard Linklater'ın ne dediğini de anlıyorum böyle mesela. Tek çocuk Haruki'yi de bu romanda tam anladım. Bu romanda bahsettiği her şeyi satır satır anlıyorum, o yüzden benim en sevdiğim Murakami kitabı bu. Bundan sonra ise adını bile unuttuğum bir kitabını İngilizce okumaya başlayıp kitaptan çok sıkılıp yarım bırakmıştım. Murakami'yi hep Türkçe okuyorum. Çeviri kitap okumanın da kendine has bir lezzeti var. Bildiğim dillerdeki kitapları orijinal şekliyle okuyorum. O nedenle bilmediklerimi güzel bir çeviriyle okumak da çok hoşuma giden bir şey. Herhalde 2012 yılından beri hiç Murakami okumuyordum. 

En son Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni okudum, yine Türkçe. Çok beğendiğimi söyleyemem. Bundan aklımda kalacak olan Kumiko sevgisi sanırım. Kitap sanki Kara Kitap'ın değişik bir versiyonu gibi geldi bana. Baktım da Kara Kitap 1990'da bu ise 1994'te yazılmış. Karısı kaçan ve karılarının hafızasını bir bahçe olarak görüp o bahçede neler olduğunu merak eden kocalar. Karılarını ararken yolda başlarına hep mistik bir şeyler geliyor. Suyu çekilmiş kuyular, suyu çekilmiş bir boğaz, kadınların tekinsiz akrabaları. Tabii Kumiko Rüya ile karşılaştırılınca pek sıradan. En beğendiğim ve özendiğim roman kahramanlarından biri olan Rüya'ya yaklaşmak biraz cesaret ister. Yine de bu roman tarzını seviyorum, ben de sonuçta gizemli şeylere fazlaca kapılan ve bunlara genel olarak inanmak isteyen biriyim. Hayatta mistik şeyler de vardır. Roman bitince master arkadaşım I. ile 5 yıl sonra ilk kez konuştum. Hamileymiş ve haftaya evleniyormuş. La vie est magique.