8 Kasım 2015 Pazar

Winter Sleep

Kapadokya'ya ilk gidişim 1997 sanırım. Fransız öğretmenlerden biri trekking gezisi ayarlamış, ben de hazırlık sınıfındayım. Okul gezisi diye büyük bir coşkuyla katılıyorum. Sonrası ise felaket. Dağda çadırda kalıyoruz, her gün en az 25 kilometre tırmanıyor, insan yüzü görmüyoruz. Sporun her türünden nefret eden 11-12 yaşında bir çocuk için büyük bir kabus. En son galiba burada öleceğim diye ağladığımı hatırlıyorum. Sağsalim bir şekilde gezi tamamlanıyor tamamlanmasına ama Kapadokya benim için uzun yıllar anımsamak bile istemediğim bir yer haline geliyor. 

Sonra uzun yıllardır izlediğim en etkileyici film olan Kış Uykusu'nu izliyorum. Bu film hakkında yazmaya başlarsam durduramam diye korkuyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı karakterle karısının aşkı ne çok şey anlatıyor. Belli ki genç kadın karizmatik ses tonlu entelektüel adama İstanbul'da fena kapılıyor. Sonra ne oluyor da Kapadokya'da o inzivai hayata geçiyorlar belli değil. Kadın kendini kapana kapatmış, erkeğin imkanlarıyla Robin Hood'luk taslıyor. Yaşayamadığı her şey için Haluk Bilginer'in karakterini suçluyor. Karı koca olarak ilişkileri berbat. Aralarındaki aşk ilişkisi çoktan despot baba ve şımarık kız çocuğu ilişkisine dönmüş. Oysa nedense sanki kadın adama çok ama çok aşık olmuş gibime geldi benim filmi izlerken. Haluk Bilginer de isyan ediyor kadının onu olmayan bir Tanrı'ya benzetmesinden, kendi yarattığı ulaşılmaz beklentileri adamdan göremeyince adamdan soğuması yüzünden çok sıkılıyor. Oysa adam da kendine güvensiz, pohpohlanmak onun için çok mühim. Saçma sapan yerel gazetede yazacağı yazılar hakkında gelen yorumlar onu çok mutlu veya mutsuz edebiliyor. Kadın ise en büyük kurbanlık hikayesini kendisi için yazmış. Kaçıp kendini kurtarabilecekken o karların altına kendini hapsetmiş. Hayatımızda olmamış şeyler için başkasını suçlamak en kolayı çünkü. Ben Haluk Bilginer'in karakterine filmde pek acıdım. Aslında hepimiz kadar iyi ya da hepimiz kadar kötü bir karakter. Kiracılarıyla olan ilişkisi filmde sanki acımasızlık gibi gösteriliyor ama her evsahibi kira ödemeyen kiracısına aşağı yukarı aynı şekilde davranır. 

Adamcağız kendine inziva içinde bir yaşam kurmuş, belli ki eski yıllarını büyük bir zafer duygusuyla hatırlıyor. Karısını da seviyor, büyük bir aşk mı bilmiyorum ama gizli bir güç savaşı içinde aslında ekonomik gücü elinde tutmasına rağmen güçsüz. Gitse gidemiyor kadını kovalamaya cesareti zaten yok. Bir yandan da aşırı mutsuz kızkardeşi mutsuzluğunun payını ona biçiyor. Kendisini döven kocasından kaçmış, hayat istediği yönde gitmemiş. Kocasından kaçmamış olmayı diliyor, büyük ihtimalle abisi onu cesaretlendirmişti şiddet gösteren kocasından kaçması için. Şimdi o kısımlar unutulmuş hep abi suçlanıyor. Haluk Bilginer filmde cesur bir karakter değil, hatta oldukça korkak. Korkup kaçıp oteline saklanmış, eski günlerini anımsıyor ama o günlere dönmek de istemiyor. Bu film bana çok ama çok insani geldi. Hepimiz bu filmde geçen durumlardan farklı boyutlarda geçiyoruz. Filmde siyah beyaz iyi kötü yok. Nejat İşler'in karakteri de serseri, çocuğunu dövüyor ama sadaka parayı atıp yakıyor bir anda. Onun abisi İmam ise hayatlarını yoluna koyabilmek için daha ezilip büzülen, belki onursuz gibi görülebilen davranışlar içinde. El etek öpüyor sürekli, Haluk Bilginer onun her halinden rahatsız olduğunu açıkça belirtmesine karşın yüzünü kızartıp gidip konuşuyor. Hangi davranış daha onurlu, bunu düşünmek ve buna karar vermek yine bize kalıyor. 

Kapadokya'nın bir kısmını restore etmişler, Provence'a bile benzemiş. Kış Uykusu'nun A good year versiyonunu çekmek geldi içimden. İstanbul'da sıkılan süper zengin borsacı Kapadokya'da gidip şarap üretimine başlar ve hayatının aşkıyla tanışır. Şarapları hakikaten güzel ve son zamanlarda geçirdiğim en rüya günleri geçirdim Kapadokya'da bu son gidişimde. Bu arada 30 oldum, bununla ilgili yazsam mı yazmasam mı bilemiyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder