Bu aralar ilgimi çeken şeyler. Hulki Aktunç (Erotologya), Barthes (The Pleasure of Text) ve Carson'ı (Eros the Bittersweet) birlikte okumak, Celia Paul, resimle edebiyatın birleştiği yerler (ama Orhan Pamuk tarzı gibi değil, tersine yazıyla resmin birleşmesi, resimlerin okunuşu, Jenny Slate'in Twombly'nin resminde zaman geçişiyle ilgili yazdıkları mesela), genel olarak yazı, alfabeler, Solgun Ateş'in Yevgeni Onegin'le ilişkisi, Goethe, Hafız ve çeviri. Hélene Cixous ve Rembrandt. Akdeniz ışığının ressamlarda yarattığı dönüşüm.
8 Temmuz 2025 Salı
26 Haziran 2025 Perşembe
Hurufilik
Hurufilik
Joseph başladı harfleri saymaya,
elif be te se.
Alfabelerin adı değişiyordu,
Almanca yazılıyordu harfler,
Buchstabe Elif,
elifba alphabeta.
Kitaplar nâmelere dönüşüyor,
Goethe divanında oturuyor
ve çeviriden alıyor
her demde artan derdini,
nefes al,
nefes ver
çünkü dem nefes de demektir aynı zamanda.
Hüthütün kanadından saçılan tılsımları yakalayıp dağıtmak istenci.
Almanca şiirin her dizesinde
All- ile başlatıyor
bin surette saklanan
sevgilisine yazdıklarını.
Züleyhâ.
-Ne kadar ismi varsa hepsi sende-
“Bana bakıyorsun ve artırıyorsun derdimi her nefeste
Sana bakıyorum ve artıyor meylim her nefeste”
Goethe uyandı ve onun yüzünde hakikati gördü.
Alef.
[In tausend Formen magst du dich verstecken]
In tausend Formen magst du dich verstecken,
Doch, Allerliebste, gleich erkenn ich dich;
Du magst mit Zauberschleiern dich bedecken,
Allgegenwärt'ge, gleich erkenn ich dich.
An der Zypresse reinstem, jungem Streben,
Allschöngewachsne, gleich erkenn ich dich;
In des Kanales reinem Wellenleben,
Allschmeichelhafte, wohl erkenn ich dich.
Wenn steigend sich der Wasserstrahl entfaltet,
Allspielende, wie froh erkenn ich dich;
Wenn Wolke sich gestaltend umgestaltet,
Allmannigfalt'ge, dort erkenn ich dich.
An des geblümten Schleiers Wiesenteppich,
Allbuntbesternte, schön erkenn ich dich;
Und greift umher ein tausendarm'ger Eppich,
O Allumklammernde, da kenn ich dich.
Wenn am Gebirg der Morgen sich entzündet,
Gleich, Allerheiternde, begrüß ich dich;
Dann über mir der Himmel rein sich ründet,
Allherzerweiternde, dann atm' ich dich.
Was ich mit äußerm Sinn, mit innerm kenne,
Du Allbelehrende, kenn ich durch dich;
Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich
In a Thousand Forms
English version by John WhiteYou may hide yourself in a thousand forms,
Still, All-beloved, I recognize you;
You may cover yourself in magic mists,
All-present, I can always tell that it is you.
I discover you as well, All-beautifully-growing,
In the cypress's pure young surge,
In the stream's fresh, living rush,
All-enchanting, I know you well.
When rising jets of water unfurl,
All-playful, how glad I am to see you;
When clouds form and transform themselves,
All-manifold, I discern you in them.
In the blossoming tapestry that covers the meadow,
I see your All-colorful, starry beauty;
When ivies reach their thousand arms around,
I meet you, All-embracing.
When morning lights the mountain range
I greet you there too, All-brightening,
Then, as the sky grows round above me,
All-heart-expanding, it is you I inhale.
What, with out and inner senses, I know,
I know only through you, All-teaching;
When I name Allah's hundred names,
A name, with each name, re-echoes for you.
24 Mayıs 2025 Cumartesi
Büyülenme
Kitapçıda Mallarmé şiirleri görünce almıştım, James Lloyd Austin derlemesiymiş. Önsözünü okuyorum, Mallarmé'nin dil anlayışıyla ilgili neler yazmış. Mallarmé, dil mükemmel bir araç değil, öyle olsa bu kadar çok dil olmazdı, mutlak anlamı veren üstün tek bir dil yok demiş. Mallarmé'nin ömür boyu taşıyacağı değerlerden bahsediyor, şiir, aşk ve dostluk. Bunu da şairin "hayatta yalnızca Güzellik vardır, ve bu da sadece tek bir şekilde ifade edilebilir, Şiir" sözlerine bağlıyor. Ordan da Proust'un aydınlanmış tek yaşam vardır, o da edebiyattır sözüne bağlamış. Böyle şeyleri okuyunca mutlak güzellikle karşı karşıya kalmış gibi hissediyorum kendimi. Önsöz Mallarmé'yle işimiz asla bitmez diye bitiyor.
un poison tutélaire
The tomb of Charles Baudelaire
Sepulchral slobber of mud and rubies,
Some abominable statue of Anubis,
The muzzle lit like a ferocious snout
Or as when a dubious wick twists in the new gas,
Having, we know, to wipe out insults suffered
Haggardly kindling an immortal pubis,
Whose flight strays according to the lamp
What votive leaves, dried in cities without evening
Could bless, as she can, vainly sitting
Against the marble of Baudelaire
Shudderingly absent from the veil that clothes her
She, his shade, a protective poisonous air
Always to be breathed, although we die of her.
Le tombeau de Charles Baudelaire
Sépulcrale d'égout bavant boue et rubis
Abominablement quelque idole Anubis
Tout le museau flambé comme un aboi farouche
Ou que le gaz récent torde la mèche louche
Essuyeuse on le sait des opprobres subis
Il allume hagard un immortel pubis
Dont le vol selon le réverbère découche
Quel feuillage séché dans les cités sans soir
Votif pourra bénir comme elle se rasseoir
Contre le marbre vainement de Baudelaire
Au voile qui la ceint absente avec frissons
Celle son Ombre même un poison tutélaire
Toujours à respirer si nous en périssons.
22 Mayıs 2025 Perşembe
Polyglot
Yazı gibi dillere de hep merakım oldu. Bu aralar şunu düşünüyorum sık sık, gün içinde 5-6 dilde bir şeyler okuyorum, en az 3 farklı dilde konuşuyorum, bazı şeyleri hangi dilde okuduğum karışıyor ve bu yüzden bazen bana varılması gereken mutlak bir anlam varmış, dil sadece bir araçmış gibi geliyor. Dilin doğru kullanımı üstüne çok düşünüyoruz ama yeni çıkan çeviri araçlarıyla bunun bir önemi kalacak mı? Emojilerle hiyerogliflerle aktarılması gereken tek bir anlam mı kalacak? Aracın kullanımı bu kadar kolaylaşınca dil üstüne düşünceler ne olacak? Yapay zekanın parlattığı, kaybolmayacak alanlardan biri felsefe bence. Yeni Wittgenstein'lara ihtiyaç var, hayat tarzımız tamamen dil üzerinden kökünden değişmek üzere. Anlam nerede ve dil bunun neresinde? Diller arası sürekli geçiş dilin önemini yok ediyor, anlama varmaya çalışırken detaylarda kaybolmak. Almanca ve Fransızcanın kuralları benzer ama çok kafa karıştırıcı. Fransızcada mesela çiçek beyazdır deyince, la fleur est blanche, burda beyaz da feminin'e dönüştü, blanc değil blanche oldu. Almancada cümle yapısı aynı Die Blume ist weiss, ama weiss feminin'e dönüşmedi. Bunlar fonetik kurallar oluyor çoğu zaman, anlama ne etki ediyor? Ya da yapay zekaya Die Blume ist weisse yazsak da anlayacak, anlıyor. Yabancı dil öğrenmenin en büyük şartlarından biri anadilini iyi bilmektir, belki bu yeni teknolojiler kendi anadilimizin en ufak kurallarını bile öğrenip içselleştirmeye yarayacak. Buraya Mallarmé'nin şiirindeki boşluklar ve anlam üzerine düşünürken geldim. Kafamda döneceğine buraya yazayım, sonra araştırırım.
19 Mayıs 2025 Pazartesi
Kuşlar Uçuyor
"Müjde ey gönül, yine sabah rüzgarı geldi. Hoş haberler getiren hüthüt, Seba'dan erişti." Hafız
Bazı dilleri bazı kitapları okuyabileyim diye öğrenmişim hissine kapıldığım oluyor. Fransızcayı Mallarmé için öğrendiğimi düşünüyorum. Almancayı da çevirisi olmayan Goethe ve Marianne mektuplarını okuyabilmek için öğrenmişim ben. Edebiyat uzun ve sonsuz, Goethe ile Marianne'nin mektuplarında Hüdhüd kuşu uçuyor.
Marianne'nin Goethe'ye mektubundan:
Und wie viele schöne Mädchen gibt es nicht hier;
Hudhud läuft in einemfort über den Weg;
auch hohe Herrschaften genug, wenn man will,
und hohe Berge und Täler, und
doch Sie können ja nicht kommen.
Ne çok güzel kız var burada, bir bilsen
Hüdhüd, aralıksız geçip durur yollardan.
İstersen, asil ruhlar da eksik değil,
Yüksek dağlar var, derin vadiler...
Ama sen, sen zaten gelemezsin buraya.
Goethe'nin Marianne'ye cevabı:
"Wäre ich Hudhud, ich liefe dir nicht über
den Weg, sondern schnurstracks auf dich zu. Nicht als Bote,
um meinetwillen müsstest du mich freundlich aufnehmen.
Zum Schluss den frommen, liebevollen Wunsch:
Eja! waren wir da!"
Hüdhüd olsaydım, yolunu kesmezdim,
doğrudan sana doğru koşardım. Bir haberci olarak değil,
kendim için beni dostça karşılaman gerekirdi.
Ve sonunda şu dindar, sevgi dolu dilek:
Eja! Keşke orada olsaydık!
18 Mayıs 2025 Pazar
Pazar kahvesi
15 Mayıs 2025 Perşembe
Kitap, daha çok kitap
Edebiyat veya felsefeyle ilgili çok karmaşık metinleri okuyunca, insanın bazı şeyleri neden üniversitede okuması gerektiğini anlıyorum. İlgimi çeken çok fazla şey var, bunları tek başıma okuyup ne kadar anlıyorum, bu soru benim için muamma, bunları bir hocayla, sınıfla tartışmak iyi olurdu. Örneğin insan çok iyi matematik ve mantık bilmeden Wittgenstein'ın ne kadarını anlayabilir? Bana kalırsa edebiyatçılar da o yüzden belli başlı önermelerine takılıyorlar ki, bu da çok mümkün Wittgenstein'ın tek bir cümlesi bile bir yazarı ömür boyu meşgul edebilir. İşte Bachmann, Jelinek, Maggie Nelson, hatta Sally Rooney bile Wittgenstein'ın bazı önermelerine dayanarak kitaplar yazmışlar. Wittgenstein'ın Tractatus'la felsefe işini çözdüğüne inanmasına şaşırmamak gerek, gerçekten de soruları bir üst düzlemde ele alıyor, üstelik kitap da bir senfoni gibi yükselip sonunda etkileyici bir sessizliğe bürünüyor. Peki Eagleton'ı, Jameson'ı, Bloom'u, Wittgenstein'la, Barthes ve Derrida'yı, Eco'yu, Perloff'u (sınırsız isim yazabilirim buraya) ve bunların temas ettiklerini tam anlamadan okuduklarımızı nasıl yorumlayabiliyoruz? Okudukça daha çok okunacak şey olduğunu fark etmek hem merak duygumu kabartıyor, hem de hiçbir zaman hepsini okuyamayacağımı bilmek içimi sızlatıyor. Yaşım ilerledikçe ömrümü bunlara adayabileceğimi daha net hissediyorum. Çok kolay sıkılan bir insan olarak bu sıkıcı görünen şeylerin gözümde iyice ilginçleşmesine de ayrıca şaşırıyorum. Edebiyata hayatımda gerçekten hakettiği yeri verdikçe o da dallanıp budaklanıyor ve diğer her şeyin önüne geçiyor, evet ben edebiyatı gerçekten bu kadar çok seviyormuşum. Ne garip şeyler, neyi ne çok sevdiğimizi anlayıp kendimize izin vermemiz bile ne kadar uzun süre alıyor bazen.
13 Mayıs 2025 Salı
Man o To
Denemeler ve şiirler yazıyorum ama onları düzenlemek zorunda kalıyorum, sosyal medyada aldığım notları çok da uğraşmadan buraya koymayı deneyebilirim. Sosyal medyadan uzaklaşma denemeleri. Yazılı ortamları hep çok sevdim, sözlük, blog, sonra twitter. Yazı yazmaya daha ciddi eğilince de kendime göre insanlarla tanışmamı da sağladı sosyal medya, yine de sürekli yenilenen, bağımlılık yapmaya, dikkat bölmeye programlanmış bir akış olmaksızın da olur belki bazı şeyler.
Goethe ve Hafız hakkında okuyorum. Flow kitabı gibi, neden Hatem mahlasını almış diye araştırmaya başlıyorsun, sonra Hatem Zograi'nin tuğra kelimesiyle ilişkisi, Melahat Özgü'nün yazdıkları. Hayret Elif Şafak bu madeni nasıl keşfetmemiş. Hafız'la Goethe için Almanya'da bir anıt varmış. Karşılıklı iki sandalye, gönül mülkünde oturuyor gibiler. Bedoo suret yeki jan. Can kavramından da çok etkileniyorum. Burada tanıştığım Ermeni arkadaşım da oğluna Maximjan diyor, İran'dan geldikleri için, Maksimcan :) Sordum burada lisede Goethe şiirleri işleniyormuş, elbette okulda öğrendikleri için nefret ediyorlar. Almanca anıtlara "Denkmal" deniyor, bana bu hep dur bir düşün diyor gibi geliyor. Dur bir düşün, Goethe ve Hafız'ın karşılıklı mülkünde Yahya Kemal ne diyor. Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. Gülle bülbülün böyle uzaklara seyahat edebileceklerini bilmiyordum. Hafız'ın Divanında "“Ey bülbül, benimle yoldaş olmak niyetindeysen, bana dost olmak hevesini güdüyorsan ağla, inle. İkimiz de âşıkız, işimiz ağlayıp inleme.” yazıyor ve Huthut kuşu, Mantıku't Tayr, hepsi birbirine bağlanıyor, Goethe de Huthut kuşundan bahsediyor. Büyük şeyler bunlar.
Bazen ümitsizliğe kapılıyorum, bizim için batı kültürü de doğu kültürü de sonradan öğrenilmiş şeyler, belki o yüzden Yunus Emre'yi, Aşık Veysel'i bu kadar etkileyici buluyorum. Fikret Kızılok'un gitarını kırmasını anlıyorum. Buraya böyle karmakarışık yazma izni veriyorum kendime, düzenleme başka yazıların işi.
Atonal Medley
Zaman geçiyor.
Zamanın geçtiğini söyleyen bütün yazarlar
ölü şimdi.
Bir tel kopar neydi o ahenk.
Zadie Smith, ben genç olmayı
çok seviyorum, demiş
bir röportajında.
Ben genç olmayı çok sevmiyordum.
Çok genç olmayı diyelim ya da.
Zadie Smith, ödüller almış bir romanla
gizli gizli alay ediyor.
Artık,
böyle düz dümdüz
anlatamazmışız.
Bahsettiği roman, içine düştüğü bütün klişeleri
anlatıcısına söyleterek
klişe olmaktan
kurtulmaya çalışıyormuş.
Kurduğu tuzakların farkında olması da
kurtarmıyormuş bu romanı.
Öyle diyor.
Hangi romandan bahsettiği önemli değil.
Önemli olan söylediklerini
Zadie Smith’in söylemiş olması. (bu bir fısıltıyla okunmalı)
Kimse İngilizce romanın iki yolunda
hangi romanlardan bahsettiğini
hatırlamıyor.
Sadece, romanda
iki yol olduğu kalıyor akılda.
Benim aklımda.
Bilinç içinde yüzüyorum.
Yaşsız, zamansız.
Bilincin bahçeleri.
Düşünme, düşünme kıskanırsın.
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
Om mani padme hum.
Sigarayı bırakalı on yılı geçti.
O kadar da zor değil.
Ama önce sigara içmenin
havalı-bir-şey olmadığına
ikna olman gerek. (iki kez oku bunu)
Enis Batur bisiklet bir özgürlük beldesidir, diyor ve sonra sayfalarca
sigara hakkında yazıyor.
Sayfalarca.
Yazı yazarken eli hep
sigaraya gidiyormuş.
Onun da aklında Zeno var.
Sigarayı bıraktığımda
yoga yapmaya çalıştım.
İşe yaramadı.
Geoff Dyer’ın kitabını da
o kadar beğenmedim
aslında.
Bazı yazıları daha güzel.
Seksenlik Avusturyalılar
yanımda
amuda kalktığında
ben
çocuk pozuna
sığınıyordum.
Hala yoga
yapmıyorum.
Sigarayı
kanal tedavisi yüzünden
bırakmak
zorunda kalmıştım.
Burada
doktora yalnız
gidiliyor.
Yanıma alamadığım
refakatçiler, ev duygusu ve köklerim
Türkiye’delerdi hepsi.
Tek başıma
ağladığımı gören doktor
saçlarımı,
uzun
upuzundular o zaman,
okşamıştı.
Çıkıp son bir sigara yakmadan hemen önce.
Saçlar önemli.
Kadın şairler için güç,
erkek şairler için arzu nesnesidir onlar.
Sylvia’nın kırmızı
Gülten’in kara
benim kahverengi
saçlarım.
Ele avuca sığmaz, ferman dinlemez saçlarını dişlediğim zaman, anıları yer gibi oluyorum.
Bunun hangi
şiirde geçtiğini
bulmak
senin görevin
olsun.
Ben sigarayı da
kitap okuyarak
bıraktım.
In the realm of hungry ghosts.
Aç hayaletlerin ülkesinde.
Bağımlıların çoğu kendilerini
bağımlılıklarıyla tanımlar.
Gabor Maté’nin
kitabıydı bu.
İçimizdeki boşluğu
ANCAK
ve
ANCAK
bir bağımlılık
doldurabilir.
VE ondan kurtulunca
KENDİMİ
o kadar güçlü
hissetmiştim ki
yeniden sigaraya başlayıp
yeniden bırakmalıyım,
demiştim kendi
kendime.
Sokaklarda
yenilmez bir kadın gibi
yürüyordum.
Teju Cole
ilk romanında
Sebald’ı taklit ediyormuş.
Ben Open City’yi ilk okuduğumda
Sebald adını daha hiç duymamıştım.
Son romanında da
yeni bir anlatıcı tekniği
ve Bach kullanıyor çokça.
Spotify’da kitapta bahsettiği
Afrikalı müzisyenlerin listesini yapmış.
Takip ediyorum.
Bastan Toure.
Şarkılardan birinin adı bu.
Mustafa Sandal.
Laszlo Krasznahorkai okuduğum ilk öyküsünde
Mustafa Sandal’dan bahsediyor.
Gülme,
gerçek bu.
Karakterine dinletiyor.
Zadie Smith, gençken
güzel değilim ama akıllıyım
davulunu çalıyordum demişti,
nerede okuduğumu hatırlamıyorum şimdi.
Evet,
Clarice Lispector kadar
güzel değil gerçekten de.
İnci Gibi Dişler,
daha Türkçeye çevrilmemişti
Amsterdam’dan İngilizcesini aldığımda.
Rachel Kushner,
hem kadın
hem yazar olmak
birleşmez pek, ama Lispector’da birleşir,
ben de ikisi de olmak istiyorum diyor.
Çok normal,
ben de.
Ellerim yandığı için artık
ateşten bahsetme hakkına sahibim,
bütün kepenklerim kapalı,
sana karanlıkta yazıyorum,
Senin G.
Uyandım.
Uyanmıştım da
yeniden Uyandım.
Kelimeler belki
anlamın ÖTESİNE
geçmiştir.
Hep aynı şeyi yazıyormuşum gibi
geliyor
bazen.
Flaubert mektuplarını G. diye
imzalıyor.
G, je, ce, veya he
diye de okunabilir başka dillerde.
Borges’in H’si.
Sonra Alef’i gördüm.
Korkunç bir sevgiyle, kuşkulu bir sıkıntıyla, hayranlıkla, imrenerek-
bakıyor Dante’nin Francesca ve Paolo’suna.
Bunu İngilizce okuyunca
daha da güzel oluyor.
With appalling love, with anxiety, with admiration,
with envy.
Ben çocukken
en sevdiğim çizgi film
Uyuyan Güzel’di.
Disney, 1959 yapımı olan.
Orada prenses,
prensle rüyasında
tanışır.
Şarkısı da var.
—---Once upon a Dream—-
Borges’in denemesinin adı da
Düşte Buluşma.
Beatrice ve Dante.
Bu yazdığım da
belki
benim
seninle
buluştuğum bir
rüya.
Kimbilir.
Oneira
Yunanca rüya demek.
İlk kez
bir şarkıda duydum onu.
Türkçesinde
Allahım ALLAHIM diyor
Oneira Oneira yerine.
Ateşlere yürüyorum.
ve sonra ben bir
kelimeye aşık oldum peşine düştüm kitaplarda aradım onu
ve nerelerde gördüm Oneira/Oneiric
sözcüğünü
Ada veya Arzu Ada or Ardor Ada ou l’Ardeur
Cartarescu Solenoid’de de
karşıma çıktı
ve en sonunda da
yine
(bu kadın neden böyle iyi yazıyor)
Anne Carson.
Malina’nın İngilizce baskısında
önsözü
Rachel Kushner yazmış.
Bende Almancası var.
Avec mes mains brûlées,
Flaubert’in mektubunun
o kısmını almış Bachmann.
Fransızca.
Mektuptakinden biraz farklı
Yanmış ellerimle,
ateşten bahsedebilirim.
Anne Carson da Bachmann’dan
alıntı yapıyor,
aynı hatayla.
Bilerek, sever böyle şeyleri.
Avec tes mains brûlées.
Senin yanık ellerin.
'Damozel', 'eglantine', elegant' kelimelerini
severim. Upuzun uzattığın şu beyaz elimi öpmene bayılıyorum
Ada veya Arzu’dan bu.
Safiye Erol
ve Nabokov’u
birleştiren
Eglantin kelimesi. (Ne dediğimi anlamak için
Ülker Fırtınası’nı
okuman
gerek,
şart bu.
Yoksa
anlaşmamız
mümkün
değil).
Anne Carson’da Sevim Burak etkisi.
Yok tabii ama,
Sevim Burak’ın yazdığına çok benzer şeyler yazmış.
Ahmet Oktay,
Sevim velut bir yazar değildi, diyor
günlüğünde.
Velut ne demek diye
sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.
Verimli demekmiş.
Aynı şeyleri yazmamak için
bir de böyle yazıyorum.
Zadie Smith’in beğenmediği romanın adı
Netherland.
Siz okusanız
kesin
çok beğenirsiniz.