22 Nisan 2014 Salı

Il Deserto dei Tartari

Ben bu tumblr hesabını güzel fotoğrafları güzel yazılarla birleştireyim diye açmıştım ama bambaşka şeyler yazıyorum. 


Bugün twitterda takip ettiğim bir hesap Yusuf Atılgan Rosa Luxembourg’u okumuş mudur diye bir şey yazdı. Rosa Luxembourg ” Bana öyle geliyor ki hayat bulunduğum yerde değil, uzaklarda bir başka yerde sanki” demiş, Yusuf Atılgan da “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?” demiş. Benim de aklıma Susan Sontag geldi. “Time exists in order that everything doesn’t happen all at once and space exists so that it doesn’t all happen to you.”


Bu benim hayatımda da çok etkin bir tema, İzmir’de büyümüş olmam bana hep bir merkezden uzakta olma duygusu aşıladı ilkgençliğim boyunca. Sonra Orhan Pamuk’un nobel konuşmasını okudum. Edebiyatı neden çok sevdiğimi somut biçimde anlatan ender anlardan biri. Yıllarca içimde yabani bir ot gibi büyüyen söküp atmak istediğim ve ancak İstanbul’a taşınınca, ve hatta dahası ailem de İstanbul’a taşınınca kurtulabildiğim bir duygu Orhan Pamuk’un babasının bavulundan çıkıyor. Sevdiğimiz yazarlar hep adını koyamadığımız o şeylere ad koyuyor. “ İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi.” Benim gençliğimde İstanbul benim dünyamın merkezi oldu, hala da İstanbul’dan uzak olduğum için üzülüyorum zaman zaman. İzmir’e bu kadar uzak olmamı, benim gibi anılarını pamuklara saran unutmamak için üstün çaba harcayan birinin İzmir’le ilgili en ufak bir hissinin olmayışını bu eksik hayat yaşama korkusuna bağlıyorum. Hani çocuksunuzdur sizi uykuya gönderirler ve esas eğlence o zaman başlar, onun gibi bir his. 


Tatar Çölü var sonra, bir kitaptan yola çıkarak gittiğim bir yolda karşıma çıkan bir çöl. İnsanın kendini büyük beklentilere bir yere hapsetmesi, Godot hiç gelmiyor ama baştan söyleyeyim. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” “Tu le connais, lecteur, ce monstre délicat,— Hypocrite lecteur, — mon semblable, — mon frère!” Şair burda okura seslenmiş. Yazarlar eserler birbiriyle öyle bir diyalog halinde ki. Yusuf Atılgan okumamış olabilir Rosa Luxembourg’un ne dediğini ama büyük düşünce ve eserler hep aynı yerde.


Kendi kendimizi hapsediyoruz, Demiryolu kenarında lojmanlara, çöllerdeki kalelere. Halbuki Susan Sontag demiş işte “There is nothing, nothing that stops me from doing anything except myself”.


Yine Susan Sontag’dan gelsin “God, living is enormous!”. Kendinizi çöllere gömmeyin. 

2 yorum:

  1. Yazını okudum. Eline sağlık. Keşke bütün yazılarını okuyabilsem.
    "Teenage" için tam düzgün bir karşılık arıyordum ki yazını okudum ve yazındaki "ilkgençlik" sözü hoşuma gitti. Kullandım.
    Kendimizi hapsetmek konusundaysa: Keşke daha çok dışarda vakit geçirebileceğim bir hayatım olsaydı. Bunun için Sontag'ın dediği gibi kendimden başka bir engelim yok aslında.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de bu lafı Selim İleri'den öğrendim sanırım, onun ilkgençlik seçkileri vardı. Yazılarımı okuyup yorum yapınca beni çok sevindiriyorsun.
      Tatar Çölü insanı hayatıyla ilgili sorgulamalara itiyor, ben de mesela hep 2 yıl içinde bir şeyler olacağını bekliyordum, ama o 2 yıl her yıl ileri atıyor. Bunu geçen hafta farkettim, o yüzden artık isteklerimi gerçekleştirmek için şimdi harekete geçmem gerektiğini anladım. Susan Sontag bunu 16 yaşında yazmış, okumaya uzağa gitmek istiyor; neden gidemediğini düşünüp bunu buluyor. Bu konu hakkında çok uzun konuşabilirim seni sıkmayayım :) O kendimizin koyduğu engelleri kaldırmak aslında çok meşakkatli, insanın kendiyle yüzleşmesini gerektiren bir uğraş.

      Sil