3 Nisan 2014 Perşembe

Vanitas

Uzun zamandır ertelediğim Before Midnight’ı izlemeye başladım ama yarım bıraktım. Bu seriyi ilk izlemeye başladığımızda B’nin evindeydik sanırım. Üniversite boyunca özellikle S. Eskişehir’den geldikçe tekrarladığımız film maratonlarından biriydi herhalde. B. Before Sunset’i açtı, büyük bir ilgiyle ekrana yapışırcasına izledik. Bittiğinde çok şaşırdığımızı böyle bitemez dediğimizi hatırlıyorum. Sonra tabii ilk filmi merak edip Before Sunrise’ı izleyip çıldırdığımız bir dönem var, 20-21 yaş civarı olmalı. 1990’ların kendini arayış 20something filmleri /kitapları daha güzel. Şimdi mesela aynı temada olan Girls bana aşırı yavan geliyor. Belki ben o dönemden bir nebze de olsa çıktığım içindir, orasını bilemem. 


Before Sunrise’ı izleyip elbette çıldıracaktım zira hayalimdeki her şey vardı filmde. Avrupa’yı trenle geçen bir kız hayatının aşkına rastlar. Ben 10 yaşındayken çekilmiş bu film. Celine ile Jesse’nin bindiği tramvay benim ev-okul tramvayım olacakmış meğer tam 14 yıl sonra. Oturdukları Kleines Cafe de şimdi iş yolumun üstünde her gün önünden geçiyorum, hayat komik. Celine’ e ilk filmde özenmiştim. O da entelektüel güzel çekici kadın ekolünden. ”I always feel this pressure of being a strong and independent icon of womanhood, and without making it look my whole life is revolving around some guy. But loving someone, and being loved means so much to me. We always make fun of it and stuff. But isn’t everything we do in life a way to be loved a little more?” İlk filmde yeni tanışıyorlar, ikisi de birbirini etkilemeye çalışıyor, o yüzden bu tespitler de doğal geliyordu insana.


İkinci filmde de yıllardır birbirlerini görememişler, Jesse Celine için kitap yazmış (hello mitolojik kahraman) o şekilde buluyorlar birbirlerini. Aslında bu hikayenin beni etkileyen kısmı zamanın geçişi. İlk filmde Celine -tam ne dediğini hatırlamasam da- kendini yaşlı bir insan gibi hayal ediyordu. Cam kenarında oturmuş eski günlerini düşünen yaşlı bir kadın. As I sat sadly by her side. İstanbul’a ilk geldiğimde yanında kaldığım yaşlı Rum hanım gibi. 72 yaşındaydı, sürekli camdan bakardı ben de ne fırtınalı hayat yaşanmış olursa olsun herhalde insan sonunda yalnız kalıp böyle camdan bakılıyor diye hüzünlenirdim. Ne safmışım. O kadın 72 yaşından sonra ilk mesleği olan oyunculuğa geri döndü, hem Türkiye hem Yunanistan’da tekrar meşhur oldu, kanser oldu atlattı ve 4. kez yeniden evlendi. Bu yaz şahitliğini yaptığım B.’nin düğününde herkesi kıskandıracak bir tango bile yaptı eşiyle. It ain’t over till it’s over yani. 


Neyse yine de beni yaşlanma korkusu arada yine yokluyor. Yaşlandığımı ilk keşfettiğimde 15 yaşındaydım. Sinemadaydık, ara olmuştu biz de arkadaşlarımla merdivenlerde hoplayıp zıplıyorduk.O an çok net bir biçimde o yaşam enerjisinin ve merdivende hoplama hakkının 15 yaşında olduğum için elimde olduğunun ayırdına varmıştım. Garip bir his. Ondan sonra da zamanın ne kadar çabuk geçtiğine dikkat etmeye başladım sanırım. 19 yaşındaydım, filmlere konu olacak bir hayat yaşayan Tomas amcayla konuşuyordum. Yaşlanıyorum Tomas dedim, Tomas da bana ”you feel like you’re wasting your time?” dedi. Evet dedim sorun bu. ”Seyahat et” dedi. ”Doğduğun yere takılıp kalma, git dünyayı dolaş”. Bazen bazı tavsiyeler insanın hayatını değiştirebiliyor. Şimdi 30’a merdiven dayadığım bugünlerde yaşlanmaktan daha az korkuyorum. Bunda kuşkusuz seyahat etmemin başka ülkelerde yaşamamın payı var. Bir de carpe diem’i biraz daha içselleştirmemin de neyse bu yazı Before s. serisi üzerine olacaktı. 


Son filmde 18 yıldır birbirini tanıyan bir çiftin hala tespit yapmaya uğraşması açıkçası can sıkıcı. 18 yıl önce Celine “When you talked earlier about after a few years how a couple would begin to hate each other by anticipating their reactions or getting tired of their mannerisms-I think it would be the opposite for me. I think I can really fall in love when I know everything about someone-the way he’s going to part his hair, which shirt he’s going to wear that day, knowing the exact story he’d tell in a given situation. I’m sure that’s when I know I’m really in love.” diyor. Bunu diyen karakter nasıl da Jesse’den hemen sıkılmış? Celine zaten ikinci filmde de canımı sıkmıştı. Duyarlılığını ve empatisini başkasına yük eden ve başkalarına suçluluk yükleyen karakterleri sevmiyorum. “Bakın ne kadar da duyarlıyım” gösterisi. İkinci filmi izlediğimde ne olur bu kadına benzemeyeyim demiştim. Üçüncü filmde de film bitmemesine rağmen aynı şeyi diyorum. Sanırım bu seriyi hep hayata umutla bakan ilk filmle hatırlayacağım. 


Anais Nin “ Life shrinks or expands in proportion to one’s courage.” demiş. İstediğimiz hayatları yaşamak ve monotonluk tuzağına düşmemek için gerekli cesaret damarlarımızda mevcut. Memento moriyle yaşamanın tek yolu bu. Kurgu hikayelerle çeşitlendirsek de hayatın kendisi her hikayeden daha güzel. 


 

1 yorum:

  1. “…hayatın kendisi her hikayeden daha güzel.” Öykü atölyesinde tanışıp yakınlaşan iki kadının arkadaşlık öyküsünü anlatan kitabı okusam “yazar da ne kadar hızlı ilerlemiş, daha ilk yazışmadan birbirlerine en özellerini ikinciye düşünmeksizin anlattılar. Hayatlarında heyecan verici ne varsa hiç görmedikleri bir yabancıyla paylaşıyorlar. Bu ne biçim kurgu!” derim.

    YanıtlaSil