15 Aralık 2014 Pazartesi
Boza Booozaa
12 Aralık 2014 Cuma
Kalbimde bir tuhaflık
3 Aralık 2014 Çarşamba
Kar
1 Aralık 2014 Pazartesi
Η Πόλις
27 Kasım 2014 Perşembe
Vuelvo al sur
24 Kasım 2014 Pazartesi
So 90's
15 Kasım 2014 Cumartesi
Kaybolmayalım diye
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında."
"Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim."
13 Kasım 2014 Perşembe
Qualcosa di grande
11 Kasım 2014 Salı
Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi
7 Kasım 2014 Cuma
Yoga
Bedeutungslosigkeit
2 Kasım 2014 Pazar
Alıntı
20 Ekim 2014 Pazartesi
Bihter
Dizideki ve kitaptaki Bihter birbirinden aslında temelde farklı. Müjde Ar tam anlamıyla romandaki Bihter iken ben Beren Saat’in yorumunu da çok seviyorum. Mesela dizide öne çıkan “ölüyorum anlasana” sahnesinin çok benzerini kitapta görünce şaşırdım. Kitaptaki Bihter 22 yaşında, 50’sini devirmiş bir Adnan Bey ile evleniyor. Hikayenin çoğu çok benzer olsa da ayrıldığı temel noktalar var. Kitapta Mlle. de Courton ihtiyar bir kadın, Adnan Bey’den herhangi bir aşk beklentisi yok, diziden farklı olarak Bülent tarafından aynı şekilde sevilmiyor. Kitaptaki Bülend, yaşlı kadıncağızla alay etmekten imtina etmiyor. Bu da dizide bence kilit bir nokta.
Kitap ve dizi Bihter’lerinin temel farkı çıkış noktaları. Kitap Bihter’i ancak evlendikten sonra kendini ve bilhassa vücudunu keşfeden, 22 yaşında tazelik ve kendi güzelliğiyle başı dönen, Adnan Bey’le izdivacında en temel olarak parayı alan fakat kendi narsisisizminden başı dönen ve bu körpe vücuda yaşlı bir kocayla yazık ettiğini düşünen bir kadın. Behlül ile ilişkisi de tamamen fiziksel olarak başlıyor. Dizi Bihter’i ise annesinden intikam almak, belki horlandığı ve dışlandığı kendi çevresinden kaçmak için, belki de maddi mülahazalarla evleniyor Adnan’la. Sevgisi de eksik değil. En yaralı olduğu anda ona tamamen ve yalnızca kucak açan baba modeli Adnan’a kaçmasıyla bir taşla on kuş birden vuruyor. Amerika’da okumuş, 24-25 yaşındaki aşırı güzel Bihter’in ilk sevgilisinin Adnan Bey olduğunu düşünmek gibi bir safdillik yapacak değiliz. Annesinden de onun şehvete düşkünlüğünden de nefret ediyor Bihter. Adnan’ın sakin ve huzurlu kollarında bir nevi Madonna olarak, iki tane kazık kadar çocuğa o genç yaşında müşfik annelik yaparak kendini temize çekecek.
Firdevs Hanım her şeyin ve bilhassa insanların değerinin parayla ölçüldüğü bir çevreden geliyor. Benim İzmir’i sevmememin başlıca sebebi budur ve Firdevs’in davranışları birebir düşmüş bir eski zengini yansıtıyor. Bu tür ortamlarda iflas etmek vebayla eş değer sayıldığından iflas eden zenginin yanındaki sözde dostları çil yavrusu gibi dağılır. Firdevs’in de etrafa bir şey çaktırmaması bana çok tanıdık gelen bir şey, iflas etmesine rağmen en merkezde kredi borcuyla lüks evde oturup eski tanıdıklarına kuyruğunu dik tutma çabalarındaki insanları hatırlatıyor. Bihter’in de bu denli tecrit edilmesi kendini yalıya ve Adnan’a kapatmasının altında da bu neden var. Maddi güçleri olmadan o çevrede esameleri bile okunmaz. Kitapta bu kısımda Bihter biraz daha yüzeysel, alabileceği esvapların hayaliyle büyüleniyor daha çok.
Kitaptaki Bihter’in Behlül’ tutkusu aslında çok kolay açıklanabilecek bir şey, tamamen fiziksel bir tutku. Bu nedenle çok şaşırarak bir dizi kahramanının kitap kahramanına göre dönemsel koşullar gereği de olsa daha derinlikli bir aşk yaşadığını görüyoruz. Dizideki Bihter de elbette Behlül’ün yakışıklılığına gençliğine tav oluyor, fakat o aşkın devamında daha farklı şeyler var.
Behlül kitapta kendi felsefesi olan bir karakter, amcasında da dizideki Behlül kadar bağlı değil. Vicdan azabıyla ezildiğinde de kendi tuhaf felsefesiyle kendini hemen rahatlatmayı beceriyor. Kitapta da Bihter onun için tensel bir aşkken Nihal’e bir anda gerçekten tutuluyor. O açıdan dizideki Behlül’ü çok daha kişiliksiz buldum. Bütün ailesini garip bir aşk uğruna ve belki amcasına karşı geliştirdiği, karşılıksız iyiliğinin altında sürekli ezilmesi yüzünden sahip olduğunu düşündüğüm Ödip kompleksinden yaptığı şey kabul edilecek gibi değil. Adnan’ın Behlül üzerinde belki de farkında dahi olmadan uyguladığı güç oyunlarının altında ezilen Behlül’ün pek o kadar da muhteşem olmayan intikamı mı acaba bütün dizi? Bunu erkekler açıklasın, erkeklerin baba figürleriyle olan tuhaf ego yarışlarını kadınlar bence hiç tam manasıyla anlayamayacak.
Yasak aşkın saf tutkunun peşinden gitmesine rağmen herkes dizide Bihter’e acıdı ve onun tarafında durdu. Aşkına sahip çıktığı ve yaptığı şeyin bedelini ödemeyi göze aldığı ve sanırım çok güzel bir kadın olduğu için. Bihter’i sanırım gerçek hayatta tanısam hiç sevmezdim ama iç dünyasını görebildiğimiz bir kahraman olarak kendisi seviyorum. Kitap kahramanı olarak ise biraz sığ buldum kendisini, çok hayranlığımı kazanamadı. Dizideki Bihter’ kızdığım yön Behlül’ü de beklemeden boşanmaması. Bunda da playboylara meze olursun diyen annesinin elbette payı var. Bihter her ne kadar annesinden nefret eder görünse de dizide Firdevs Hanım’ın her dediğinin etkisinde kalıyor, annesinin her dediğinde bir doğruluk payı olduğuna inanıyor. Maddi durumları ve Firdevs Hanım’ın kötü şanı yüzünden içinde hapis oldukları tecrit hayatı nedeniyle de yalnızca Bihter Peyker ve Firdevs olarak bir yakınlık içindeler. Etraflarında dost görünen herkesten irili ufaklı kazıklar yedikleri için Bihter’in kendini tarafsız yakın bir dostuna açması da mümkün değil.
Tecrit deyip durdum ama dizide herkes izole ve yalnız. Nihal’in yalnızlığı da dizide dikkat çekici, sanki Adnan Bey’le alakası olan herkes kesif bir yalnızlığa gömülmek zorunda. Dış dünyayla canlı bir ilişkisi olan o fasit daireden çıkıp arada nefes alabilen tek karakter Behlül. O da o dairenin içine girip dış kanalları kapatınca hep birlikte havasızlıktan ölmeleri pek şaşırtıcı değil.
Bir de herkesin en tepkili olduğu benimse sevdiğim karakter Nihal. Kitapta henüz 15 yaşında, olgun bir çocuk. Behlül kendisine ilan-ı aşk ettikten sonra bile içinden bir ses onu uyarıp duruyor. Dizideki gibi ayılıp bayılmıyor, Behlül’ü sevse de aşkından emin olması zaman alıyor.Benim dizi Nihal’ini sevmemin sebebi Hazal Kaya’nın çok inandırıcı oyunculuğu. Diğer kısımlarını bilmem ama Behlül’ gizli aşkı, sevinince kendini tutamayıp aşık sırıtmaları, ben kendisini çok başarılı buluyorum. Ben de 16-17 yaşında platonik aşkımdan yataklara düştüğüm için kendisini çok da iyi anlıyorum. 17 yaşında ilk aşkından karşılık gördüğünü sanan bir kız hele ki Nihal gibi Behlül’ü hastalıklı bir tutkuyla seven bir kızın ortalığı yakıp yıkmasını ben her zaman anlayışla karşıladım. Behlül’ün bilemediği ve yanıldığı nokta şu. Nihal ölecek sanıyor çünkü Nihal’in kendisi de aşktan ölürüm sanıyor. İlk aşk acısı ölümle eş değer bir sancı değil midir? Geçmeyeceğini sandığımız bir acıyla aşktan öleceğimizi hepimiz sandık, ölmedik, Nihal de ölmedi.
Bihter de aşkından değil gururundan gurursuzluğundan Adnan’a intikam zevkini tattırmamak ve yaptığı şeyle istemediği şekilde yüzleşmek zorunda kaldığı için öldü. Bihter gibi bir kadının aşkından ölmesi herhalde pek mümkün bir şey değil, Bihter umutla umutsuzluk arasında nefessiz kaldığı için öldü. Behlül ona hep çok ufak da olsa bir umut verdiği son ana kadar münasebetlerini kesmediği için öldü. Annesi ve kardeşiyle anne ve kardeş ilişkisinden ziyade kadınca kıskançlık ve fettanlık yarışında olduğu için öldü. Kocasına karşı annesiyle sevgilisine karşı kardeşiyle kadınca yarışmanın ağırlığı altında ezildiği ve tam manasıyla hiçbiriyle konuşamadığı için öldü.
Utanmadan Kamran’ı esmer yapan Çalıkuşu dizisi filan elbette Aşk-ı Memnu’dan sonra bir anlam ifade etmiyor. Aşk-ı Memnu çok iyi bir diziydi, Bihter de gelmiş geçmiş en derinlikli dizi kahramanlarından biri.
3 Ekim 2014 Cuma
Vanitas
Uzun zamandır ertelediğim Before Midnight’ı izlemeye başladım ama yarım bıraktım. Bu seriyi ilk izlemeye başladığımızda B’nin evindeydik sanırım. Üniversite boyunca özellikle S. Eskişehir’den geldikçe tekrarladığımız film maratonlarından biriydi herhalde. B. Before Sunset’i açtı, büyük bir ilgiyle ekrana yapışırcasına izledik. Bittiğinde çok şaşırdığımızı böyle bitemez dediğimizi hatırlıyorum. Sonra tabii ilk filmi merak edip Before Sunrise’ı izleyip çıldırdığımız bir dönem var, 20-21 yaş civarı olmalı. 1990’ların kendini arayış 20something filmleri /kitapları daha güzel. Şimdi mesela aynı temada olan Girls bana aşırı yavan geliyor. Belki ben o dönemden bir nebze de olsa çıktığım içindir, orasını bilemem.
Before Sunrise’ı izleyip elbette çıldıracaktım zira hayalimdeki her şey vardı filmde. Avrupa’yı trenle geçen bir kız hayatının aşkına rastlar. Ben 10 yaşındayken çekilmiş bu film. Celine ile Jesse’nin bindiği tramvay benim ev-okul tramvayım olacakmış meğer tam 14 yıl sonra. Oturdukları Kleines Cafe de şimdi iş yolumun üstünde her gün önünden geçiyorum, hayat komik. Celine’ e ilk filmde özenmiştim. ”I always feel this pressure of being a strong and independent icon of womanhood, and without making it look my whole life is revolving around some guy. But loving someone, and being loved means so much to me. We always make fun of it and stuff. But isn’t everything we do in life a way to be loved a little more?” İlk filmde yeni tanışıyorlar, ikisi de birbirini etkilemeye çalışıyor, o yüzden bu tespitler de doğal geliyordu insana.
İkinci filmde de yıllardır birbirlerini görememişler, Jesse Celine için kitap yazmış (hello mitolojik kahraman) o şekilde buluyorlar birbirlerini. Aslında bu hikayenin beni etkileyen kısmı zamanın geçişi. İlk filmde Celine -tam ne dediğini hatırlamasam da- kendini yaşlı bir insan gibi hayal ediyordu. Cam kenarında oturmuş eski günlerini düşünen yaşlı bir kadın. As I sat sadly by her side. İstanbul’a ilk geldiğimde yanında kaldığım yaşlı Rum hanım gibi. 72 yaşındaydı, sürekli camdan bakardı ben de ne fırtınalı hayat yaşanmış olursa olsun herhalde insan sonunda yalnız kalıp böyle camdan bakılıyor diye hüzünlenirdim. Ne safmışım. O kadın 72 yaşından sonra ilk mesleği olan oyunculuğa geri döndü, hem Türkiye hem Yunanistan’da tekrar meşhur oldu, kanser oldu atlattı ve 4. kez yeniden evlendi. Bu yaz şahitliğini yaptığım B.’nin düğününde herkesi kıskandıracak bir tango bile yaptı eşiyle. It ain’t over till it’s over yani.
Neyse yine de beni yaşlanma korkusu arada yine yokluyor. Yaşlandığımı ilk keşfettiğimde 15 yaşındaydım. Sinemadaydık, ara olmuştu biz de arkadaşlarımla merdivenlerde hoplayıp zıplıyorduk.O an çok net bir biçimde o yaşam enerjisinin ve merdivende hoplama hakkının 15 yaşında olduğum için elimde olduğunun ayırdına varmıştım. Garip bir his. Ondan sonra da zamanın ne kadar çabuk geçtiğine dikkat etmeye başladım sanırım. 19 yaşındaydım, filmlere konu olacak bir hayat yaşayan Tomas amcayla konuşuyordum. Yaşlanıyorum Tomas dedim, Tomas da bana ”you feel like you’re wasting your time?” dedi. Evet dedim sorun bu. ”Seyahat et” dedi. ”Doğduğun yere takılıp kalma, git dünyayı dolaş”. Bazen bazı tavsiyeler insanın hayatını değiştirebiliyor. Şimdi 30’a merdiven dayadığım bugünlerde yaşlanmaktan daha az korkuyorum. Bunda kuşkusuz seyahat etmemin başka ülkelerde yaşamamın payı var. Bir de carpe diem’i biraz daha içselleştirmemin de neyse bu yazı Before s. serisi üzerine olacaktı.
Son filmde 18 yıldır birbirini tanıyan bir çiftin hala tespit yapmaya uğraşması açıkçası can sıkıcı. 18 yıl önce Celine “When you talked earlier about after a few years how a couple would begin to hate each other by anticipating their reactions or getting tired of their mannerisms-I think it would be the opposite for me. I think I can really fall in love when I know everything about someone-the way he’s going to part his hair, which shirt he’s going to wear that day, knowing the exact story he’d tell in a given situation. I’m sure that’s when I know I’m really in love.” diyor. Bunu diyen karakter nasıl da Jesse’den hemen sıkılmış? Celine zaten ikinci filmde de canımı sıkmıştı. Duyarlılığını ve empatisini başkasına yük eden ve başkalarına suçluluk yükleyen karakterleri sevmiyorum. “Bakın ne kadar da duyarlıyım” gösterisi. İkinci filmi izlediğimde ne olur bu kadına benzemeyeyim demiştim. Üçüncü filmde de film bitmemesine rağmen aynı şeyi diyorum. Sanırım bu seriyi hep hayata umutla bakan ilk filmle hatırlayacağım.
Anais Nin “ Life shrinks or expands in proportion to one’s courage.” demiş. İstediğimiz hayatları yaşamak ve monotonluk tuzağına düşmemek için gerekli cesaret damarlarımızda mevcut. Memento moriyle yaşamanın tek yolu bu. Kurgu hikayelerle çeşitlendirsek de hayatın kendisi her hikayeden daha güzel.
19 Ağustos 2014 Salı
11 Ağustos 2014 Pazartesi
And medicine, law, business, engineering, these are noble pursuits and necessary to sustain life. But poetry, beauty, romance, love, these are what we stay alive for.
13 Temmuz 2014 Pazar
24 Mayıs 2014 Cumartesi
L'amour est un oiseau rebel
Bu hafta iki tane Türk aşk filmi izledim. Biri bugüne kadar bölük pörçük izlediğim ve hiç dikkat etmediğim Issız Adam, diğeri de daha önce izlediğim İklimler. Nuri Bilge Ceylan Cannes’da Palme d’or alınca tekrar izlemek istedim.
Issız Adam sığlığı ve kötü oyunculuklarla beni duygulandırmaktan ziyade güldürdü. Hangi kadın aşık olduğu erkeğin köyüne gidip eşyalarını karıştırır allah aşkına? Bir de yaşadıkları da 1 aylık takılma cinsinden bir şey. Adam plak dinliyor diye mi aşık oldu kız anlayamadım zira ıssız adamın pek aşık olunacak bir tarafı yok. Yine de ben bu filmde biraz erkeğe hak verdim. Ada Alper’in evlilik bağlanma korkusu olduğunu seziyor sezmesine de annesiyle düğün salonlarında gezmekten de kendini alamıyor. Ya da evlenince ev kadını olacağı şakasını yapıyor. Bu şaka benim bile iştahımı kesti. Küçükken hep insanların ne zaman büyüdüğünü merak ederdim. Genç bir kızdan bildiğimiz teyzeye dönüşme süreci. Birkaç yıldan beri arkadaşlarım evlenmeye başladı. Teyzeye dönüşenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Evlenince evde oturma hayali kurmaya başlayanlar, kek börek pişirip kilo alanlar, elti görümce bacanak gibi yalnızca Türk ataerkil baskıcı ailesinin değer verip isimlendirdiği tuhaf bağların içinde kaybolanları gördükçe büyümeye direnenler en azından bu modelde büyümeye direnen arkadaşlarımı daha da çok sevmeye başladım. Ada da maşallah 1 ay biriyle takılınca hemen haminne moduna girmeye ne meraklı. O açıdan ıssız adamın boğulmasını ıssızlık değil normal buldum. Adam zaten bu modelden köyünden annesinden zor kaçmış, neden kendini tekrar aynı döngüye soksun? Bir de ıssız adamın aslında kızla olamamasının sebebi eşcinselliği, bu çok açık. Ben biraz kavuşamayan eşcinsel aşıklar filmi gibi izledim bu filmi, Ada erkek de olabilirmiş, hem o zaman film daha anlaşılır hale geliyor. Ada da sadece evlenmiş olmak için evlenmiş herhalde, 1 aylık macerasını unutamadığına göre. Böyle çaresiz kadın figürlerini pek sevmiyorum.
Sonra İklimleri izledim. Orda da duygusal açıdan kadına her şeyini veremeyen hep uzak hep biraz eksik bir adamı oynamış Nuri Bilge. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim de Ebru Ceylan ne güzel bir kadın, duru güzel dediklerinden eskilerin. Bu filmde de ilginç biçimde uzak olan erkek, sonunda aklını başına devşirip Bahar’ın peşinden gidiyor. NBC’nin de ilişkilere saçma biçimde ıssız adam penceresinden baktığını görmek aslında şaşırtıcı. Kadın hep edilgen, erkekler aklını başlarına devşirip geri gelen başkahramanlar. Türk sinemasının femme fatale açığı iyice ortaya çıkıyor. Kadınlar böyle duygusal açıdan eksik adamları ilkgençlik haricinde pek umursamıyorlar, gerçi filmde Bahar çok seviyor NBC’yi. Bunu araba sahnesinde anlıyoruz, NBC arabada kendinden geçmiş dağılmış uyuyor. Bahar’ın ona bakıp gülümseyişi ancak seven bir kadından beklenecek bir hareket. Motorda gözlerini kapatıp ikisini öldürmeye kalkmasını da gerçekçi buldum. NBC filmde cool adam olduğu için Bahar da cool kadını oynamak zorunda. Seni seviyorum dediğini ancak rüyasında görebileceğini biliyor. Takdir ettiğim bir diğer yönü de NBC’nin arkadaş kalalım önerisini kesin olarak reddetmesi ve kalkıp Ağrı’ya gitmesi oldu. Bir ilişkiden mutlu değilsek o ilişkiyi değiştirmenin yolu o ilişkiyi bitirmek. Normalde film ve kitap kahramanları böyle durumları kanırtır, birbirinden gidemez. Bahar gidiyor. Filmin gerçekçiliği bir kez daha hoşuma gidiyor benim de. NBC de değişmez kural , Bahar’ın peşinden tıpış tıpış gidiyor. Çok istediği yaz tatili yerine soğuk karlı bir şehirde Bahar’ın peşine düşüyor. Süngüsü düşmüş, coolluğunu unutmuş, evlenelim sen ne istersen olsun diye ayaklarına kapanıyor Bahar’ın. Bahar’ın hemen yüz vermemesi de hoşuma gitti. Çünkü filmlerin aksine Bahar biliyor ki birinin değişmesi o kadar kolay değil. Anlık gaza gelmelerle happily ever after ancak filmlerde olur. Bahar film kahramanı değil ama. Ben bu filmde Bahar’ı çok sevdim. Gördüğü rüya da hayırlara vesile. Bahar’ı mutlu günler bekliyor.
Türk sinemasında daha çok kadın filmi aşkı kadın gözünden anlatan filmler olması dileğiyle.
22 Nisan 2014 Salı
Il Deserto dei Tartari
Ben bu tumblr hesabını güzel fotoğrafları güzel yazılarla birleştireyim diye açmıştım ama bambaşka şeyler yazıyorum.
Bugün twitterda takip ettiğim bir hesap Yusuf Atılgan Rosa Luxembourg’u okumuş mudur diye bir şey yazdı. Rosa Luxembourg ” Bana öyle geliyor ki hayat bulunduğum yerde değil, uzaklarda bir başka yerde sanki” demiş, Yusuf Atılgan da “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?” demiş. Benim de aklıma Susan Sontag geldi. “Time exists in order that everything doesn’t happen all at once and space exists so that it doesn’t all happen to you.”
Bu benim hayatımda da çok etkin bir tema, İzmir’de büyümüş olmam bana hep bir merkezden uzakta olma duygusu aşıladı ilkgençliğim boyunca. Sonra Orhan Pamuk’un nobel konuşmasını okudum. Edebiyatı neden çok sevdiğimi somut biçimde anlatan ender anlardan biri. Yıllarca içimde yabani bir ot gibi büyüyen söküp atmak istediğim ve ancak İstanbul’a taşınınca, ve hatta dahası ailem de İstanbul’a taşınınca kurtulabildiğim bir duygu Orhan Pamuk’un babasının bavulundan çıkıyor. Sevdiğimiz yazarlar hep adını koyamadığımız o şeylere ad koyuyor. “ İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi.” Benim gençliğimde İstanbul benim dünyamın merkezi oldu, hala da İstanbul’dan uzak olduğum için üzülüyorum zaman zaman. İzmir’e bu kadar uzak olmamı, benim gibi anılarını pamuklara saran unutmamak için üstün çaba harcayan birinin İzmir’le ilgili en ufak bir hissinin olmayışını bu eksik hayat yaşama korkusuna bağlıyorum. Hani çocuksunuzdur sizi uykuya gönderirler ve esas eğlence o zaman başlar, onun gibi bir his.
Tatar Çölü var sonra, bir kitaptan yola çıkarak gittiğim bir yolda karşıma çıkan bir çöl. İnsanın kendini büyük beklentilere bir yere hapsetmesi, Godot hiç gelmiyor ama baştan söyleyeyim. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” “Tu le connais, lecteur, ce monstre délicat,— Hypocrite lecteur, — mon semblable, — mon frère!” Şair burda okura seslenmiş. Yazarlar eserler birbiriyle öyle bir diyalog halinde ki. Yusuf Atılgan okumamış olabilir Rosa Luxembourg’un ne dediğini ama büyük düşünce ve eserler hep aynı yerde.
Kendi kendimizi hapsediyoruz, Demiryolu kenarında lojmanlara, çöllerdeki kalelere. Halbuki Susan Sontag demiş işte “There is nothing, nothing that stops me from doing anything except myself”.
Yine Susan Sontag’dan gelsin “God, living is enormous!”. Kendinizi çöllere gömmeyin.
5 Nisan 2014 Cumartesi
kitaplar
Burada genelde pop kültür eserlerinden bahsediyorum. Fassbinder değil de Linklater. Tarkovski değil de Nick Hornby. Bizim şehirli ve küçük dertlerimizi anlatan şeyler. Küçükken babamın kütüphanesi köy gerçekçiliği romanlarıyla doluydu. Okumaya onlarla başladım. İlkokulda Yılkı Atı okuyordum. Halbuki ne köye gitmiştim, ne bir atım vardı ne de o kitaplarda yaşanan sorunların benzerlerini yaşıyordum. Veya Muzaffer İzgü kitaplarını çok severdim. Küçük bir devlet memurunun yozlaşma hikayesini anlatan İlyas Efendi, ağlarken krize girdiğim için bilmem kaç kere yarım bıraktığım tamamını okumam yıllar alan Gecekondu.Bir ilkokul çocuğunun omzuna yüklenen kendinden dünyasından büyük zorlu sıkıntılar. Türkçe öğretmenlerimden hep ‘o kitap sana ağır gelebilir’i dinleyerek ama o kitapları okuyarak büyüdüm. Anımsadığım kadarıyla bana gerçekten ağır gelen tek kitap var, 11 yaşında yazlıkta okuyacak şey bulamadığım için okuduğum Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Hayatımda hiç bozuk sebze meyve yemek zorunda kalmadıysam da Gecekondu kitabında yemeğe eklenerek ancak yenebilen çürük domateslerin tadı hala ağzıma geliyor bazen. Ya da Don Camillo, ne ilgisi vardı benim yaşadıklarımla o yaşta? Hiç.
Sonra büyüdüm. İlk Şıpsevdi romanıydı sanırım. Osmanlı zamanında geçmesine rağmen Fransızca yüzünden herhalde kendime benzer yönler bulmuştum. Sonra sağcıları keşfettiğim dönem var. Üniversitenin ilk yılları. Peyami Safa, -hatta Nihal Atsız-, Safiye Erol, bence sağcı olmasa da Ahmet Hamdi Tanpınar. Lisedeki öğretmenlerime çok kızdığım dönemler. Derste nasıl olmuş da bize Huzur’u tam manasıyla öğretmemiş? Büyük bir öfke ve merakla lise edebiyat kitabına bakmıştım, Huzur’dan en alakasız parçayı seçmiş koymuş MEB. İşleri okumaktan soğutmak zaten.
Rus edebiyatının büyük klasikleri lise. Raskolnikov’un cinayeti romanın başında işlemesine çıldırdığım bir dönem vardı. O zaman post modern romandan haberdar değilmişim herhalde halbuki ortaokulda Orhan Pamuk da okuyordum. Suç ve Ceza post modern olmayabilir ama benim edebiyat anlayışımda çığır açtığı da muhakkak.
Bu yazıyı neden yazdığımı hiç bilmiyorum, belki edebiyatın hayatımdaki yerini anlatmaktır. Bir de pop kültüre hak ettiği değeri vermek. Büyük sanat eserleri büyük tespitler için mühim ama bir de akıp giden gündelik hayat ve ona dair düşüncelerimiz var. Ben onlara dair küçük ama mühim şeyler söyleyebilen eserleri de çok seviyorum.
3 Nisan 2014 Perşembe
L'héautontimorouménos
Jesse: Alright, alright. Think of it like this: jump ahead, ten, twenty years, okay, and you’re married. Only your marriage doesn’t have that same energy that it used to have, y’know. You start to blame your husband. You start to think about all those guys you’ve met in your life and what might have happened if you’d picked up with one of them, right? Well, I’m one of those guys. That’s me y’know, so think of this as time travel, from then, to now, to find out what you’re missing out on. See, what this really could be is a gigantic favor to both you and your future husband to find out that you’re not missing out on anything. I’m just as big a loser as he is, totally unmotivated, totally boring, and, uh, you made the right choice, and you’re really happy.
Celine: Let me get my bag.
Filmi bitirebildim, Jesse ilerdeki kendinden kaçamak yaratmış Celine’e vay be.
Zaman acayip bir şey, siz yine de her kameraya gülümsediğinizde gelecekteki kendinize bir selam yollayın. Seni tanıyorum, sen beni daha iyi tanısan da ben de seni tanıyorum gelecekteki ben. Look at us through the lens of a camera.
2 Nisan 2014 Çarşamba
"If there’s any kind of magic in this world… it must be in the attempt of understanding someone, sharing something. I know it’s almost impossible to succeed… but who cares, really? The answer must be in the attempt"
1 Nisan 2014 Salı
Yalnız seni arıyorum
Dün High Fidelity, Su, yarattıgımız mitolojik kahramanlar dedim de bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Ne de olsa uzun yıllarımız bunlara kafa yormakla geçti. High Fidelity’de bahsettiğim pasaj ben ve birkaç yakın arkadaşımın uzun yıllar boyunca gerçeği oldu. Bu herkes için böyle midir bilmiyorum ama gerçekten varoluşunun merkezine sanatı yerleştirmiş insanlar platonik aşklar yaşamaya daha meyilli oluyor. Platonik bir aşkın illa karşılıksız olması gerekmiyor. İnsan biriyle birlikteyken de o kişiye platonik hisler besleyebiliyor, zaten bütün hayalkırıklıkları da buradan başlıyor. Bu dediklerim kitap okumayan çok realist kimseler için geçerli değil belki. Bunun da filmi var. 500 days of Summer (evet siz de beşyüz days of Summer dediniz okurken içinizden). Hep pop kültür ürünlerine atıf yapıyorum durum açıklamak için ama bu sanat batağına saplanmış insanlar için yapılan film ve kitaplar pop kültür ürünü oluyor hep. 500 days of Summer da o kadar tanıdık bildik bir hikaye ki. The Smiths’in aynı şarkısını sevdikleri için başlayan aşk. Ortak zevkler aşık olmak için yeterli midir? Müziksever olduğu için değil bizim sevdiğimiz müziği sevdiği için birini sevmek. Aynı kitabı illa ki okumuş mu olmalı biri bizim ona hayranlıkla bakabilmemiz için? Eğer sapına kadar narsisistseniz evet. Aynı şarkıyı sevdikleri için birbirini ruh ikizi ilan edenler acaba aslında kendilerine ne kadar aşık olduklarının farkında mı? Orhan Veli’nin evli sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı mektupları okuyorum. Öncelikle her ikisi de vefat ettikten sonra yayınladığı ve izinleri olmadığı için müthiş bir mahremiyet sıkıntısıyla okudum kitabı. Belki mutsuz bir aşkın eseri olduğu için belki bu ara tape dinlemekten özel hayatlara bu denli sızmanın suçluluğu omuzlarımda yük oldu kitabı okurken. Cemal Süreya ‘onursuzunum ben senin’ diyor ya, birinin onursuzu oldugumuz anların başkasıyla bu denli paylaşılması beni sanırım yaraladı.
Orhan Veli Nahit Hanım’a iç parçalayan mektuplar yazıyor. Parasızlıktan yanına gidememiş dört gözle haber bekliyor. Nahit Hanım anladığımız kadarıyla huysuzluk yapıyor. Orhan Veli ısrarla kendisinin tek kadın olduğunu söylüyor ama bildiğim kadarıyla kendisi namlı çapkınlardan. Kitap boyunca kızdığımız Nahit Hanım haklı yani aslında. Bir yandan da Orhan Veli de kendine aşık. Atfettiği özelliklere aşık. Kitabın adı ‘Yalnız seni arıyorum.’ Doğru ama Orhan Veli kendine sesleniyor kendini arıyor aslında. Bunu da uzakta yaşayan evli yani asla kavuşup gündelik hayatı paylaşamayacağı birinde gerçekleştirmesi bana çok doğal geldi. High Fidelity diyeceğim yine. Nahit Hanım hep ‘gut feeling’ hep ‘egzotik iççamaşırı’.
Bir şair için ilham kaynağı olabilir bu durum ama bence birini aslında bu kendi özelliklerimizi ona atfetmeden, karşımızdakinin farklılıklarını kabullenip her yönünü tanıyarak sevebilmek daha yüce bir şey. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey ve evet sevgi emek işte.