20 Ekim 2014 Pazartesi
Bihter
Dizideki ve kitaptaki Bihter birbirinden aslında temelde farklı. Müjde Ar tam anlamıyla romandaki Bihter iken ben Beren Saat’in yorumunu da çok seviyorum. Mesela dizide öne çıkan “ölüyorum anlasana” sahnesinin çok benzerini kitapta görünce şaşırdım. Kitaptaki Bihter 22 yaşında, 50’sini devirmiş bir Adnan Bey ile evleniyor. Hikayenin çoğu çok benzer olsa da ayrıldığı temel noktalar var. Kitapta Mlle. de Courton ihtiyar bir kadın, Adnan Bey’den herhangi bir aşk beklentisi yok, diziden farklı olarak Bülent tarafından aynı şekilde sevilmiyor. Kitaptaki Bülend, yaşlı kadıncağızla alay etmekten imtina etmiyor. Bu da dizide bence kilit bir nokta.
Kitap ve dizi Bihter’lerinin temel farkı çıkış noktaları. Kitap Bihter’i ancak evlendikten sonra kendini ve bilhassa vücudunu keşfeden, 22 yaşında tazelik ve kendi güzelliğiyle başı dönen, Adnan Bey’le izdivacında en temel olarak parayı alan fakat kendi narsisisizminden başı dönen ve bu körpe vücuda yaşlı bir kocayla yazık ettiğini düşünen bir kadın. Behlül ile ilişkisi de tamamen fiziksel olarak başlıyor. Dizi Bihter’i ise annesinden intikam almak, belki horlandığı ve dışlandığı kendi çevresinden kaçmak için, belki de maddi mülahazalarla evleniyor Adnan’la. Sevgisi de eksik değil. En yaralı olduğu anda ona tamamen ve yalnızca kucak açan baba modeli Adnan’a kaçmasıyla bir taşla on kuş birden vuruyor. Amerika’da okumuş, 24-25 yaşındaki aşırı güzel Bihter’in ilk sevgilisinin Adnan Bey olduğunu düşünmek gibi bir safdillik yapacak değiliz. Annesinden de onun şehvete düşkünlüğünden de nefret ediyor Bihter. Adnan’ın sakin ve huzurlu kollarında bir nevi Madonna olarak, iki tane kazık kadar çocuğa o genç yaşında müşfik annelik yaparak kendini temize çekecek.
Firdevs Hanım her şeyin ve bilhassa insanların değerinin parayla ölçüldüğü bir çevreden geliyor. Benim İzmir’i sevmememin başlıca sebebi budur ve Firdevs’in davranışları birebir düşmüş bir eski zengini yansıtıyor. Bu tür ortamlarda iflas etmek vebayla eş değer sayıldığından iflas eden zenginin yanındaki sözde dostları çil yavrusu gibi dağılır. Firdevs’in de etrafa bir şey çaktırmaması bana çok tanıdık gelen bir şey, iflas etmesine rağmen en merkezde kredi borcuyla lüks evde oturup eski tanıdıklarına kuyruğunu dik tutma çabalarındaki insanları hatırlatıyor. Bihter’in de bu denli tecrit edilmesi kendini yalıya ve Adnan’a kapatmasının altında da bu neden var. Maddi güçleri olmadan o çevrede esameleri bile okunmaz. Kitapta bu kısımda Bihter biraz daha yüzeysel, alabileceği esvapların hayaliyle büyüleniyor daha çok.
Kitaptaki Bihter’in Behlül’ tutkusu aslında çok kolay açıklanabilecek bir şey, tamamen fiziksel bir tutku. Bu nedenle çok şaşırarak bir dizi kahramanının kitap kahramanına göre dönemsel koşullar gereği de olsa daha derinlikli bir aşk yaşadığını görüyoruz. Dizideki Bihter de elbette Behlül’ün yakışıklılığına gençliğine tav oluyor, fakat o aşkın devamında daha farklı şeyler var.
Behlül kitapta kendi felsefesi olan bir karakter, amcasında da dizideki Behlül kadar bağlı değil. Vicdan azabıyla ezildiğinde de kendi tuhaf felsefesiyle kendini hemen rahatlatmayı beceriyor. Kitapta da Bihter onun için tensel bir aşkken Nihal’e bir anda gerçekten tutuluyor. O açıdan dizideki Behlül’ü çok daha kişiliksiz buldum. Bütün ailesini garip bir aşk uğruna ve belki amcasına karşı geliştirdiği, karşılıksız iyiliğinin altında sürekli ezilmesi yüzünden sahip olduğunu düşündüğüm Ödip kompleksinden yaptığı şey kabul edilecek gibi değil. Adnan’ın Behlül üzerinde belki de farkında dahi olmadan uyguladığı güç oyunlarının altında ezilen Behlül’ün pek o kadar da muhteşem olmayan intikamı mı acaba bütün dizi? Bunu erkekler açıklasın, erkeklerin baba figürleriyle olan tuhaf ego yarışlarını kadınlar bence hiç tam manasıyla anlayamayacak.
Yasak aşkın saf tutkunun peşinden gitmesine rağmen herkes dizide Bihter’e acıdı ve onun tarafında durdu. Aşkına sahip çıktığı ve yaptığı şeyin bedelini ödemeyi göze aldığı ve sanırım çok güzel bir kadın olduğu için. Bihter’i sanırım gerçek hayatta tanısam hiç sevmezdim ama iç dünyasını görebildiğimiz bir kahraman olarak kendisi seviyorum. Kitap kahramanı olarak ise biraz sığ buldum kendisini, çok hayranlığımı kazanamadı. Dizideki Bihter’ kızdığım yön Behlül’ü de beklemeden boşanmaması. Bunda da playboylara meze olursun diyen annesinin elbette payı var. Bihter her ne kadar annesinden nefret eder görünse de dizide Firdevs Hanım’ın her dediğinin etkisinde kalıyor, annesinin her dediğinde bir doğruluk payı olduğuna inanıyor. Maddi durumları ve Firdevs Hanım’ın kötü şanı yüzünden içinde hapis oldukları tecrit hayatı nedeniyle de yalnızca Bihter Peyker ve Firdevs olarak bir yakınlık içindeler. Etraflarında dost görünen herkesten irili ufaklı kazıklar yedikleri için Bihter’in kendini tarafsız yakın bir dostuna açması da mümkün değil.
Tecrit deyip durdum ama dizide herkes izole ve yalnız. Nihal’in yalnızlığı da dizide dikkat çekici, sanki Adnan Bey’le alakası olan herkes kesif bir yalnızlığa gömülmek zorunda. Dış dünyayla canlı bir ilişkisi olan o fasit daireden çıkıp arada nefes alabilen tek karakter Behlül. O da o dairenin içine girip dış kanalları kapatınca hep birlikte havasızlıktan ölmeleri pek şaşırtıcı değil.
Bir de herkesin en tepkili olduğu benimse sevdiğim karakter Nihal. Kitapta henüz 15 yaşında, olgun bir çocuk. Behlül kendisine ilan-ı aşk ettikten sonra bile içinden bir ses onu uyarıp duruyor. Dizideki gibi ayılıp bayılmıyor, Behlül’ü sevse de aşkından emin olması zaman alıyor.Benim dizi Nihal’ini sevmemin sebebi Hazal Kaya’nın çok inandırıcı oyunculuğu. Diğer kısımlarını bilmem ama Behlül’ gizli aşkı, sevinince kendini tutamayıp aşık sırıtmaları, ben kendisini çok başarılı buluyorum. Ben de 16-17 yaşında platonik aşkımdan yataklara düştüğüm için kendisini çok da iyi anlıyorum. 17 yaşında ilk aşkından karşılık gördüğünü sanan bir kız hele ki Nihal gibi Behlül’ü hastalıklı bir tutkuyla seven bir kızın ortalığı yakıp yıkmasını ben her zaman anlayışla karşıladım. Behlül’ün bilemediği ve yanıldığı nokta şu. Nihal ölecek sanıyor çünkü Nihal’in kendisi de aşktan ölürüm sanıyor. İlk aşk acısı ölümle eş değer bir sancı değil midir? Geçmeyeceğini sandığımız bir acıyla aşktan öleceğimizi hepimiz sandık, ölmedik, Nihal de ölmedi.
Bihter de aşkından değil gururundan gurursuzluğundan Adnan’a intikam zevkini tattırmamak ve yaptığı şeyle istemediği şekilde yüzleşmek zorunda kaldığı için öldü. Bihter gibi bir kadının aşkından ölmesi herhalde pek mümkün bir şey değil, Bihter umutla umutsuzluk arasında nefessiz kaldığı için öldü. Behlül ona hep çok ufak da olsa bir umut verdiği son ana kadar münasebetlerini kesmediği için öldü. Annesi ve kardeşiyle anne ve kardeş ilişkisinden ziyade kadınca kıskançlık ve fettanlık yarışında olduğu için öldü. Kocasına karşı annesiyle sevgilisine karşı kardeşiyle kadınca yarışmanın ağırlığı altında ezildiği ve tam manasıyla hiçbiriyle konuşamadığı için öldü.
Utanmadan Kamran’ı esmer yapan Çalıkuşu dizisi filan elbette Aşk-ı Memnu’dan sonra bir anlam ifade etmiyor. Aşk-ı Memnu çok iyi bir diziydi, Bihter de gelmiş geçmiş en derinlikli dizi kahramanlarından biri.
3 Ekim 2014 Cuma
Vanitas
Uzun zamandır ertelediğim Before Midnight’ı izlemeye başladım ama yarım bıraktım. Bu seriyi ilk izlemeye başladığımızda B’nin evindeydik sanırım. Üniversite boyunca özellikle S. Eskişehir’den geldikçe tekrarladığımız film maratonlarından biriydi herhalde. B. Before Sunset’i açtı, büyük bir ilgiyle ekrana yapışırcasına izledik. Bittiğinde çok şaşırdığımızı böyle bitemez dediğimizi hatırlıyorum. Sonra tabii ilk filmi merak edip Before Sunrise’ı izleyip çıldırdığımız bir dönem var, 20-21 yaş civarı olmalı. 1990’ların kendini arayış 20something filmleri /kitapları daha güzel. Şimdi mesela aynı temada olan Girls bana aşırı yavan geliyor. Belki ben o dönemden bir nebze de olsa çıktığım içindir, orasını bilemem.
Before Sunrise’ı izleyip elbette çıldıracaktım zira hayalimdeki her şey vardı filmde. Avrupa’yı trenle geçen bir kız hayatının aşkına rastlar. Ben 10 yaşındayken çekilmiş bu film. Celine ile Jesse’nin bindiği tramvay benim ev-okul tramvayım olacakmış meğer tam 14 yıl sonra. Oturdukları Kleines Cafe de şimdi iş yolumun üstünde her gün önünden geçiyorum, hayat komik. Celine’ e ilk filmde özenmiştim. ”I always feel this pressure of being a strong and independent icon of womanhood, and without making it look my whole life is revolving around some guy. But loving someone, and being loved means so much to me. We always make fun of it and stuff. But isn’t everything we do in life a way to be loved a little more?” İlk filmde yeni tanışıyorlar, ikisi de birbirini etkilemeye çalışıyor, o yüzden bu tespitler de doğal geliyordu insana.
İkinci filmde de yıllardır birbirlerini görememişler, Jesse Celine için kitap yazmış (hello mitolojik kahraman) o şekilde buluyorlar birbirlerini. Aslında bu hikayenin beni etkileyen kısmı zamanın geçişi. İlk filmde Celine -tam ne dediğini hatırlamasam da- kendini yaşlı bir insan gibi hayal ediyordu. Cam kenarında oturmuş eski günlerini düşünen yaşlı bir kadın. As I sat sadly by her side. İstanbul’a ilk geldiğimde yanında kaldığım yaşlı Rum hanım gibi. 72 yaşındaydı, sürekli camdan bakardı ben de ne fırtınalı hayat yaşanmış olursa olsun herhalde insan sonunda yalnız kalıp böyle camdan bakılıyor diye hüzünlenirdim. Ne safmışım. O kadın 72 yaşından sonra ilk mesleği olan oyunculuğa geri döndü, hem Türkiye hem Yunanistan’da tekrar meşhur oldu, kanser oldu atlattı ve 4. kez yeniden evlendi. Bu yaz şahitliğini yaptığım B.’nin düğününde herkesi kıskandıracak bir tango bile yaptı eşiyle. It ain’t over till it’s over yani.
Neyse yine de beni yaşlanma korkusu arada yine yokluyor. Yaşlandığımı ilk keşfettiğimde 15 yaşındaydım. Sinemadaydık, ara olmuştu biz de arkadaşlarımla merdivenlerde hoplayıp zıplıyorduk.O an çok net bir biçimde o yaşam enerjisinin ve merdivende hoplama hakkının 15 yaşında olduğum için elimde olduğunun ayırdına varmıştım. Garip bir his. Ondan sonra da zamanın ne kadar çabuk geçtiğine dikkat etmeye başladım sanırım. 19 yaşındaydım, filmlere konu olacak bir hayat yaşayan Tomas amcayla konuşuyordum. Yaşlanıyorum Tomas dedim, Tomas da bana ”you feel like you’re wasting your time?” dedi. Evet dedim sorun bu. ”Seyahat et” dedi. ”Doğduğun yere takılıp kalma, git dünyayı dolaş”. Bazen bazı tavsiyeler insanın hayatını değiştirebiliyor. Şimdi 30’a merdiven dayadığım bugünlerde yaşlanmaktan daha az korkuyorum. Bunda kuşkusuz seyahat etmemin başka ülkelerde yaşamamın payı var. Bir de carpe diem’i biraz daha içselleştirmemin de neyse bu yazı Before s. serisi üzerine olacaktı.
Son filmde 18 yıldır birbirini tanıyan bir çiftin hala tespit yapmaya uğraşması açıkçası can sıkıcı. 18 yıl önce Celine “When you talked earlier about after a few years how a couple would begin to hate each other by anticipating their reactions or getting tired of their mannerisms-I think it would be the opposite for me. I think I can really fall in love when I know everything about someone-the way he’s going to part his hair, which shirt he’s going to wear that day, knowing the exact story he’d tell in a given situation. I’m sure that’s when I know I’m really in love.” diyor. Bunu diyen karakter nasıl da Jesse’den hemen sıkılmış? Celine zaten ikinci filmde de canımı sıkmıştı. Duyarlılığını ve empatisini başkasına yük eden ve başkalarına suçluluk yükleyen karakterleri sevmiyorum. “Bakın ne kadar da duyarlıyım” gösterisi. İkinci filmi izlediğimde ne olur bu kadına benzemeyeyim demiştim. Üçüncü filmde de film bitmemesine rağmen aynı şeyi diyorum. Sanırım bu seriyi hep hayata umutla bakan ilk filmle hatırlayacağım.
Anais Nin “ Life shrinks or expands in proportion to one’s courage.” demiş. İstediğimiz hayatları yaşamak ve monotonluk tuzağına düşmemek için gerekli cesaret damarlarımızda mevcut. Memento moriyle yaşamanın tek yolu bu. Kurgu hikayelerle çeşitlendirsek de hayatın kendisi her hikayeden daha güzel.