24 Mayıs 2025 Cumartesi

Büyülenme

 Kitapçıda Mallarmé şiirleri görünce almıştım, James Lloyd Austin derlemesiymiş. Önsözünü okuyorum, Mallarmé'nin dil anlayışıyla ilgili neler yazmış. Mallarmé, dil mükemmel bir araç değil, öyle olsa bu kadar çok dil olmazdı, mutlak anlamı veren üstün tek bir dil yok demiş. Mallarmé'nin ömür boyu taşıyacağı değerlerden bahsediyor, şiir, aşk ve dostluk. Bunu da şairin "hayatta yalnızca Güzellik vardır, ve bu da sadece tek bir şekilde ifade edilebilir, Şiir" sözlerine bağlıyor. Ordan da Proust'un aydınlanmış tek yaşam vardır, o da edebiyattır sözüne bağlamış. Böyle şeyleri okuyunca mutlak güzellikle karşı karşıya kalmış gibi hissediyorum kendimi. Önsöz Mallarmé'yle işimiz asla bitmez diye bitiyor. 

 un poison tutélaire 

Toujours à respirer si nous en périssons.

The tomb of Charles Baudelaire

The buried temple shows by the sewer-mouth’s
Sepulchral slobber of mud and rubies,
Some abominable statue of Anubis,
The muzzle lit like a ferocious snout

Or as when a dubious wick twists in the new gas,
Having, we know, to wipe out insults suffered
Haggardly kindling an immortal pubis, 
Whose flight strays according to the lamp

What votive leaves, dried in cities without evening
Could bless, as she can, vainly sitting
Against the marble of Baudelaire

Shudderingly absent from the veil that clothes her
She, his shade, a protective poisonous air
Always to be breathed, although we die of her.


Le tombeau de Charles Baudelaire

Le temple enseveli divulgue par la bouche 
Sépulcrale d'égout bavant boue et rubis 
Abominablement quelque idole Anubis 
Tout le museau flambé comme un aboi farouche 

Ou que le gaz récent torde la mèche louche 
Essuyeuse on le sait des opprobres subis 
Il allume hagard un immortel pubis 
Dont le vol selon le réverbère découche 

Quel feuillage séché dans les cités sans soir 
Votif pourra bénir comme elle se rasseoir 
Contre le marbre vainement de Baudelaire 

Au voile qui la ceint absente avec frissons 
Celle son Ombre même un poison tutélaire 
Toujours à respirer si nous en périssons.




22 Mayıs 2025 Perşembe

Polyglot

Yazı gibi dillere de hep merakım oldu. Bu aralar şunu düşünüyorum sık sık, gün içinde 5-6 dilde bir şeyler okuyorum, en az 3 farklı dilde konuşuyorum, bazı şeyleri hangi dilde okuduğum karışıyor ve bu yüzden bazen bana varılması gereken mutlak bir anlam varmış, dil sadece bir araçmış gibi geliyor. Dilin doğru kullanımı üstüne çok düşünüyoruz ama yeni çıkan çeviri araçlarıyla bunun bir önemi kalacak mı? Emojilerle hiyerogliflerle aktarılması gereken tek bir anlam mı kalacak? Aracın kullanımı bu kadar kolaylaşınca dil üstüne düşünceler ne olacak? Yapay zekanın parlattığı, kaybolmayacak alanlardan biri felsefe bence. Yeni Wittgenstein'lara ihtiyaç var, hayat tarzımız tamamen dil üzerinden kökünden değişmek üzere. Anlam nerede ve dil bunun neresinde? Diller arası sürekli geçiş dilin önemini yok ediyor, anlama varmaya çalışırken detaylarda kaybolmak. Almanca ve Fransızcanın kuralları benzer ama çok kafa karıştırıcı. Fransızcada mesela çiçek beyazdır deyince, la fleur est blanche, burda beyaz da feminin'e dönüştü, blanc değil blanche oldu. Almancada cümle yapısı aynı Die Blume ist weiss, ama weiss feminin'e dönüşmedi. Bunlar fonetik kurallar oluyor çoğu zaman, anlama ne etki ediyor? Ya da yapay zekaya Die Blume ist weisse yazsak da anlayacak, anlıyor. Yabancı dil öğrenmenin en büyük şartlarından biri anadilini iyi bilmektir, belki bu yeni teknolojiler kendi anadilimizin en ufak kurallarını bile öğrenip içselleştirmeye yarayacak. Buraya Mallarmé'nin şiirindeki boşluklar ve anlam üzerine düşünürken geldim. Kafamda döneceğine buraya yazayım, sonra araştırırım. 

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Kuşlar Uçuyor

"Müjde ey gönül, yine sabah rüzgarı geldi. Hoş haberler getiren hüthüt, Seba'dan erişti." Hafız


Bazı dilleri bazı kitapları okuyabileyim diye öğrenmişim hissine kapıldığım oluyor. Fransızcayı Mallarmé için öğrendiğimi düşünüyorum. Almancayı da çevirisi olmayan Goethe ve Marianne mektuplarını okuyabilmek için öğrenmişim ben. Edebiyat uzun ve sonsuz, Goethe ile Marianne'nin mektuplarında Hüdhüd kuşu uçuyor.

Marianne'nin Goethe'ye mektubundan: 

Und wie viele schöne Mädchen gibt es nicht hier;
Hudhud läuft in einemfort über den Weg;
auch hohe Herrschaften genug, wenn man will,
und hohe Berge und Täler, und 
doch Sie können ja nicht kommen.

        Ne çok güzel kız var burada, bir bilsen
        Hüdhüd, aralıksız geçip durur yollardan.
        İstersen, asil ruhlar da eksik değil,
        Yüksek dağlar var, derin vadiler...
       Ama sen, sen zaten gelemezsin buraya.

Goethe'nin Marianne'ye cevabı:

"Wä­re ich Hudhud, ich lie­fe dir nicht über
den Weg, sondern schnur­stracks auf dich zu. Nicht als Bote,
um meinetwillen müsstest du mich freundlich aufneh­men.
Zum Schluss den frommen, liebevollen Wunsch:
Eja! waren wir da!"

Hüdhüd olsaydım, yolunu kesmezdim,
doğrudan sana doğru koşardım. Bir haberci olarak değil,
kendim için beni dostça karşılaman gerekirdi.
Ve sonunda şu dindar, sevgi dolu dilek:
Eja! Keşke orada olsaydık!


18 Mayıs 2025 Pazar

Pazar kahvesi

Hava iki haftadır yağmurlu, evde geçirdiğimiz zaman çoğaldı. Dante and Hafız diye bir kitap buldum onu okuyorum bir yandan. İlk bölümü "sigh" iç geçirmeyle ilgili. Sonra da aylar sonra adını anımsadığım Dhafer Youssef karşıma çıktı birden. Bu çok etkileyici parçasını unutmuşum, adı "Soupir Eternel", eternal sigh yani. Geçen gün Enis Batur'la ilgili çok hüzünlü bir yazı okudum. https://www.k24kitap.org/olume-karsi-siirler-5185 Roni Margulies'in Harfiyat Kamyonları'nı okuduğumda içimi kaplayan hüzne benzer duygularla kuşandım. Yapacak bir şey yok, yine onların hayat dolu şiirlerinde avuntu bulmaktan başka. Çünkü yaşadım diyebilmek için yapılacak şeyi yapmışlar zaten, yazmışlar işte, neyse ki Enis Batur yazmaya devam ediyor, bence genç de zaten. Ordan oraya kitaptan kitaba sürükleniyorum. Dün bütün gün Derrida okudum, Platon'un Phaidros'uyla birlikte, bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Mısır'da Teuth diye bir tanrı varmış, aritmetiği, zarı, sayı sistemini ve en önemlisi yazıyı bulmuş. Yazı buluşunu krala sunuyor, kral yazının insanları tembelleştireceğini düşünüyor, beğenmiyor bu buluşu. Derrida da bu efsaneden, pharmakon kelimesinin zehir, deva, ecza anlamları üzerinden bir okuma yapıyor. Çok güzel kavramlar vardı okuduklarım içinde, efsaneleri dolaşmaya yollamak, yazıyı iple örülmüş bir şeylere benzetmek. Nurdan Gürbilek'in Örme Biçimleri'ne bağlandı bu da. Yine de Derrida şu anda burada kalacak gibi, edebiyat kısmından çok felsefe kısmı ağır bastığı için. Bu ara edebiyata doyamıyorum. Derrida'dan dinleneyim diye Behçet Necatigil-Tahir Alangu mektuplarına döndüm. 1937 yılında yazılmış mektuplar, bugün bana yazılsa ben okur sevinirim. Behçet Necatigil Almanca öğrenmeye çalışıyor, zorlanıyor. Tahir Alangu daktilo almış, onunla yazmak bir mucize gibi geliyor ona. "Hiçbir şeyden yılma Behçet," demiş Tahir Alangu mektubunda. "Aramızda bu kadar mesafe olmasına rağmen mektubunu aldığım zaman hissettim ki her zamankinden ziyade senin yanındayım, odanın tavanına bak ben oradayım; burada olduğumdan ziyade," mektuplara takmışken bunları okumak hoşuma gitti. Böyle çalakalem kafama göre yazmak hoşuma gitti, ben bu blogu zaten bunun için açmıştım, okuduklarım içime sığmayıp taşınca yazacak bir yer olsun diye. 

15 Mayıs 2025 Perşembe

Kitap, daha çok kitap

Edebiyat veya felsefeyle ilgili çok karmaşık metinleri okuyunca, insanın bazı şeyleri neden üniversitede okuması gerektiğini anlıyorum. İlgimi çeken çok fazla şey var, bunları tek başıma okuyup ne kadar anlıyorum, bu soru benim için muamma, bunları bir hocayla, sınıfla tartışmak iyi olurdu. Örneğin insan çok iyi matematik ve mantık bilmeden Wittgenstein'ın ne kadarını anlayabilir? Bana kalırsa edebiyatçılar da o yüzden belli başlı önermelerine takılıyorlar ki, bu da çok mümkün Wittgenstein'ın tek bir cümlesi bile bir yazarı ömür boyu meşgul edebilir. İşte Bachmann, Jelinek, Maggie Nelson, hatta Sally Rooney bile Wittgenstein'ın bazı önermelerine dayanarak kitaplar yazmışlar. Wittgenstein'ın Tractatus'la felsefe işini çözdüğüne inanmasına şaşırmamak gerek, gerçekten de soruları bir üst düzlemde ele alıyor, üstelik kitap da bir senfoni gibi yükselip sonunda etkileyici bir sessizliğe bürünüyor. Peki Eagleton'ı, Jameson'ı, Bloom'u, Wittgenstein'la, Barthes ve Derrida'yı, Eco'yu, Perloff'u (sınırsız isim yazabilirim buraya) ve bunların temas ettiklerini tam anlamadan okuduklarımızı nasıl yorumlayabiliyoruz? Okudukça daha çok okunacak şey olduğunu fark etmek hem merak duygumu kabartıyor, hem de hiçbir zaman hepsini okuyamayacağımı bilmek içimi sızlatıyor. Yaşım ilerledikçe ömrümü bunlara adayabileceğimi daha net hissediyorum. Çok kolay sıkılan bir insan olarak bu sıkıcı görünen şeylerin gözümde iyice ilginçleşmesine de ayrıca şaşırıyorum. Edebiyata hayatımda gerçekten hakettiği yeri verdikçe o da dallanıp budaklanıyor ve diğer her şeyin önüne geçiyor, evet ben edebiyatı gerçekten bu kadar çok seviyormuşum. Ne garip şeyler, neyi ne çok sevdiğimizi anlayıp kendimize izin vermemiz bile ne kadar uzun süre alıyor bazen. 

13 Mayıs 2025 Salı

Man o To

Uzunca bir aradan sonra galiba tekrar blog yazmaya başlayacağım. 
Denemeler ve şiirler yazıyorum ama onları düzenlemek zorunda kalıyorum, sosyal medyada aldığım notları çok da uğraşmadan buraya koymayı deneyebilirim. Sosyal medyadan uzaklaşma denemeleri. Yazılı ortamları hep çok sevdim, sözlük, blog, sonra twitter. Yazı yazmaya daha ciddi eğilince de kendime göre insanlarla tanışmamı da sağladı sosyal medya, yine de sürekli yenilenen, bağımlılık yapmaya, dikkat bölmeye programlanmış bir akış olmaksızın da olur belki bazı şeyler. 

Goethe ve Hafız hakkında okuyorum. Flow kitabı gibi, neden Hatem mahlasını almış diye araştırmaya başlıyorsun, sonra Hatem Zograi'nin tuğra kelimesiyle ilişkisi, Melahat Özgü'nün yazdıkları. Hayret Elif Şafak bu madeni nasıl keşfetmemiş. Hafız'la Goethe için Almanya'da bir anıt varmış. Karşılıklı iki sandalye, gönül mülkünde oturuyor gibiler. Bedoo suret yeki jan. Can kavramından da çok etkileniyorum. Burada tanıştığım Ermeni arkadaşım da oğluna Maximjan diyor, İran'dan geldikleri için, Maksimcan :) Sordum burada lisede Goethe şiirleri işleniyormuş, elbette okulda öğrendikleri için nefret ediyorlar. Almanca anıtlara "Denkmal" deniyor, bana bu hep dur bir düşün diyor gibi geliyor. Dur bir düşün, Goethe ve Hafız'ın karşılıklı mülkünde Yahya Kemal ne diyor. Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. Gülle bülbülün böyle uzaklara seyahat edebileceklerini bilmiyordum. Hafız'ın Divanında "“Ey bülbül, benimle yoldaş olmak niyetindeysen, bana dost olmak hevesini güdüyorsan ağla, inle. İkimiz de âşıkız, işimiz ağlayıp inleme.” yazıyor ve Huthut kuşu, Mantıku't Tayr, hepsi birbirine bağlanıyor, Goethe de Huthut kuşundan bahsediyor. Büyük şeyler bunlar. 

Bazen ümitsizliğe kapılıyorum, bizim için batı kültürü de doğu kültürü de sonradan öğrenilmiş şeyler, belki o yüzden Yunus Emre'yi, Aşık Veysel'i bu kadar etkileyici buluyorum. Fikret Kızılok'un gitarını kırmasını anlıyorum. Buraya böyle karmakarışık yazma izni veriyorum kendime, düzenleme başka yazıların işi.




Atonal Medley

Zaman geçiyor. 

Zamanın geçtiğini söyleyen bütün yazarlar 

ölü şimdi. 

Bir tel kopar neydi o ahenk. 

Zadie Smith, ben genç olmayı 

çok seviyorum, demiş

bir röportajında.

Ben genç olmayı çok sevmiyordum. 

Çok genç olmayı diyelim ya da. 

Zadie Smith, ödüller almış bir romanla 

gizli gizli alay ediyor. 

Artık, 

böyle düz dümdüz 

anlatamazmışız.

Bahsettiği roman, içine düştüğü bütün klişeleri 

anlatıcısına söyleterek

klişe olmaktan 

kurtulmaya çalışıyormuş. 

Kurduğu tuzakların farkında olması da 

kurtarmıyormuş bu romanı.

Öyle diyor.

Hangi romandan bahsettiği önemli değil.

Önemli olan söylediklerini 

Zadie Smith’in söylemiş olması. (bu bir fısıltıyla okunmalı)

Kimse İngilizce romanın iki yolunda 

hangi romanlardan bahsettiğini

hatırlamıyor.

Sadece, romanda 

iki yol olduğu kalıyor akılda.

Benim aklımda. 

Bilinç içinde yüzüyorum. 

Yaşsız, zamansız. 

Bilincin bahçeleri.

Düşünme, düşünme kıskanırsın. 


seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi seninle bir bahçedeyiz geliyor bana


orada hem var hem yok gibiyim daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum 


Om mani padme hum.

Sigarayı bırakalı on yılı geçti. 

O kadar da zor değil. 

Ama önce sigara içmenin 

havalı-bir-şey olmadığına 

ikna olman gerek. (iki kez oku bunu)

Enis Batur bisiklet bir özgürlük beldesidir, diyor ve sonra sayfalarca

sigara hakkında yazıyor.

Sayfalarca. 

Yazı yazarken eli hep

sigaraya gidiyormuş.

Onun da aklında Zeno var. 

Sigarayı bıraktığımda

yoga yapmaya çalıştım.

İşe yaramadı. 

Geoff Dyer’ın kitabını da

o kadar beğenmedim 

aslında.

Bazı yazıları daha güzel. 

Seksenlik Avusturyalılar

yanımda 

amuda kalktığında

ben 

çocuk pozuna 

sığınıyordum. 

Hala yoga 

yapmıyorum.

Sigarayı 

kanal tedavisi yüzünden

bırakmak 

zorunda kalmıştım. 

Burada 

doktora yalnız

gidiliyor.

Yanıma alamadığım

refakatçiler, ev duygusu ve köklerim

Türkiye’delerdi hepsi.

Tek başıma

ağladığımı gören doktor

saçlarımı,

uzun 

upuzundular o zaman, 

okşamıştı.

Çıkıp son bir sigara yakmadan hemen önce. 

Saçlar önemli. 

Kadın şairler için güç,

erkek şairler için arzu nesnesidir onlar.

Sylvia’nın kırmızı

Gülten’in kara 

benim kahverengi

saçlarım. 

Ele avuca sığmaz, ferman dinlemez saçlarını dişlediğim zaman, anıları yer gibi oluyorum. 

Bunun hangi

şiirde geçtiğini

bulmak

senin görevin 

olsun. 

Ben sigarayı da

kitap okuyarak

bıraktım. 

In the realm of hungry ghosts.

Aç hayaletlerin ülkesinde.  

Bağımlıların çoğu kendilerini

bağımlılıklarıyla tanımlar. 

Gabor Maté’nin

kitabıydı bu. 

İçimizdeki boşluğu

ANCAK 

ve

ANCAK

bir bağımlılık

doldurabilir.

VE ondan kurtulunca

KENDİMİ

o kadar güçlü

hissetmiştim ki 

yeniden sigaraya başlayıp

yeniden bırakmalıyım,

demiştim kendi

kendime.  

Sokaklarda 

yenilmez bir kadın gibi

yürüyordum.

Teju Cole

ilk romanında 

Sebald’ı taklit ediyormuş.

Ben Open City’yi ilk okuduğumda 

Sebald adını daha hiç duymamıştım. 

Son romanında da 

yeni bir anlatıcı tekniği 

ve Bach kullanıyor çokça. 

Spotify’da kitapta bahsettiği

Afrikalı müzisyenlerin listesini yapmış.

Takip ediyorum. 

Bastan Toure. 

Şarkılardan birinin adı bu. 

Mustafa Sandal. 

Laszlo Krasznahorkai okuduğum ilk öyküsünde

Mustafa Sandal’dan bahsediyor. 

Gülme,

gerçek bu. 

Karakterine dinletiyor. 

Zadie Smith, gençken

güzel değilim ama akıllıyım

davulunu çalıyordum demişti,

nerede okuduğumu hatırlamıyorum şimdi.

Evet,

Clarice Lispector kadar

güzel değil gerçekten de. 

İnci Gibi Dişler,

daha Türkçeye çevrilmemişti

Amsterdam’dan İngilizcesini aldığımda.

Rachel Kushner, 

hem kadın 

hem yazar olmak 

birleşmez pek, ama Lispector’da birleşir,

ben de ikisi de olmak istiyorum diyor.

Çok normal,

ben de. 

Ellerim yandığı için artık

ateşten bahsetme hakkına sahibim,

bütün kepenklerim kapalı,

sana karanlıkta yazıyorum,

Senin G.

Uyandım.

Uyanmıştım da 

yeniden Uyandım. 

Kelimeler belki

anlamın ÖTESİNE

geçmiştir.

Hep aynı şeyi yazıyormuşum gibi

geliyor

bazen. 

Flaubert mektuplarını G. diye

imzalıyor.

G, je, ce, veya he 

diye de okunabilir başka dillerde. 

Borges’in H’si. 

Sonra Alef’i gördüm.

Korkunç bir sevgiyle, kuşkulu bir sıkıntıyla, hayranlıkla, imrenerek-

bakıyor Dante’nin Francesca ve Paolo’suna. 

Bunu İngilizce okuyunca

daha da güzel oluyor. 

With appalling love, with anxiety, with admiration,

with envy.

Ben çocukken

en sevdiğim çizgi film

Uyuyan Güzel’di.

Disney, 1959 yapımı olan. 

Orada prenses,

prensle rüyasında 

tanışır.

Şarkısı da var.

—---Once upon a Dream—-

Borges’in denemesinin adı da

Düşte Buluşma. 

Beatrice ve Dante.

Bu yazdığım da 

belki

benim 

seninle

buluştuğum bir

rüya.

Kimbilir.

Oneira

Yunanca rüya demek.

İlk kez 

bir şarkıda duydum onu. 

Türkçesinde 

Allahım ALLAHIM diyor

Oneira Oneira yerine. 

Ateşlere yürüyorum.

ve sonra ben bir 

kelimeye aşık oldum peşine düştüm kitaplarda aradım onu

ve nerelerde gördüm Oneira/Oneiric 

sözcüğünü

Ada veya Arzu Ada or Ardor Ada ou l’Ardeur

Cartarescu Solenoid’de de

karşıma çıktı 

ve en sonunda da

yine 

(bu kadın neden böyle iyi yazıyor)

Anne Carson.

Malina’nın İngilizce baskısında

önsözü 

Rachel Kushner yazmış. 

Bende Almancası var.

Avec mes mains brûlées

Flaubert’in mektubunun

o kısmını almış Bachmann.

Fransızca.

Mektuptakinden biraz farklı

Yanmış ellerimle,

ateşten bahsedebilirim.

Anne Carson da Bachmann’dan 

alıntı yapıyor, 

aynı hatayla. 

Bilerek, sever böyle şeyleri.

Avec tes mains brûlées.

Senin yanık ellerin.

'Damozel', 'eglantine', elegant' kelimelerini

severim. Upuzun uzattığın şu beyaz elimi öpmene bayılıyorum

Ada veya Arzu’dan bu.

Safiye Erol 

ve Nabokov’u 

birleştiren 

Eglantin kelimesi. (Ne dediğimi anlamak için

Ülker Fırtınası’nı 

okuman 

gerek,

şart bu.

Yoksa 

anlaşmamız

mümkün

değil).

Anne Carson’da Sevim Burak etkisi.

Yok tabii ama,

Sevim Burak’ın yazdığına çok benzer şeyler yazmış. 

Ahmet Oktay,

Sevim velut bir yazar değildi, diyor

günlüğünde. 

Velut ne demek diye 

sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum. 

Verimli demekmiş.

Aynı şeyleri yazmamak için

bir de böyle yazıyorum. 

Zadie Smith’in beğenmediği romanın adı

Netherland.

Siz okusanız 

kesin 

çok beğenirsiniz.